2 Aralık 2010 Perşembe

Yörük Kadını'nın Çamaşır Yıkama Usulü

GENÇLİK FİLMLERİNİ BİR DE BU GÖZLE İZLEYİN


Küçüklükten beri Amerikan filmlerine, özellikle de gençlikfilmlerine maruz kalan bir bünye, hayatın her alanında kendini film karakteriyle özdeşleştirecek bir nokta mutlaka bulur. Ergenlik döneminde “keşke otuz olsam”filmleri türün içinde farklı görünürken, otuzlu yaşlara gelince “koca bulsam” konulu romantik komediler başucufilmleriniz olur. Bridget Jones’dan uzak durup Sandra Bullock filmlerini takip edip, nerede işkolik, kariyer düşkünü, sempatik ama sevgiliden yoksun bir hayat varsa onu takip eder, birkaç saat özdeşleşmek için paranızı ofilme yatırırsınız. Filmin sonunda benden daha sefilleri de varmış diye sinemadan çıkıp hayatınıza giren erkekleri düşünüp mutlu olursunuz ya da tam tersi bir ilişki yaşayamamanın verdiği sıkıntı ile izlediğiniz filmdeki karakter gibi davranmaya başlarsınız. Yani her koşulda izlediğiniz filmden etkilenirsiniz.

Çevrede “hoş ama boş” diye tabir edilen kızların gündeminden düşmeyen, entelektüel görüntüsünün altında sevilmek isteyen bir kadın barındıranların, hatta erkekler hakkında konuşmayı sevmeyenlerin bile ortak noktası haline gelen bu filmler, sessiz sedasız tüketilen ürünlerdir aslında. Hoş vakit geçirmek için tercih edip film boyunca içten içe esas kahramanı kendinizle kıyaslayıp, ilişkilerinizi gözden geçirdiğiniz bir sürece dönüşen seyir tadınızı kaçırsa da, film sonrası arkadaşlarla yapılan kritik neşenizi yerine getirir. Zira kendi meselenize odaklanıp kaçırdığınız sahnelerin detaylarını arkadaşlarınızdan duyarken izlediğiniz filmi merak etmeye başlarsınız. Bu yüzden gençlik filmleri ya da romantik komediler defalarca izlenir. İlkinde kendinizi izlersiniz, ikincisinde filmdekikarakterlere dikkat edersiniz, üçüncüsünde sevdiğiniz bölümler gelsin diye beklersiniz ve bu böyle sürüp gider.

Hollywood’un gençlik filmleri adı altında bize sunduğu kadın ve erkek dünyasını kendi dünyamızdan daha iyi tanır hale geliriz zamanla. Biliriz ki sivilceli ve gözlüklü olan her zaman zekidir. İleride kariyerinde başarılı olup güzelleşse de aradığı aşkı bulamayan bir kadın olmaya mahkûmdur. Güçlü kadın imajı genelde film boyunca sürdürülse de sonunda kadının gücünü kıran bir erkek mutlaka çıkar ve kadın kendini erkeğe teslim eder. Ponpon kızların sunumları ise daha farklıdır. Okuldayken derslerinde başarısız olan, okul bitince de boş işlerle uğraşan bir kadın çeşidi olarak ponpon kız kendine dört dörtlük bir koca bulmakta zorlanmaz. Yedekler dahil tüm futbol takımıyla çıkması da önemli değildir. Hoş ve boş tanımını karşılasın yeter. Bir taraftan beyazperdede ezik karakterin değişimini izlerken diğer taraftan popüler olan kadının arzu nesnesi olarak karşımıza çıkması ve bir kadın olarak “perdedeki kadın gibi” arzulanma isteği ve bu istekle ne yapacağını bilememek bizim kuşağa has bir şey olsa gerek. Bilinç, bilinçaltı, altbenlik, üstbenlik ne varsa cinselliğin tabu olduğu gerçeğiyle sıvalıyken bu tarz gençlik filmlerinden alınan gaz ise ancak lisenin veya üniversitenin girişine kadar götürür sizi. Saç, sakal, türban kontrolü ile kendi gerçekliğinize dönseniz de okul çıkışları ve çevresindeki aktiviteler Amerika’da bir kolejde okuyormuş sanrısıyla gerçekleştirilir.

Asi Gençlik(Rebel Witout a Cause) filminden Aşk Mevsimi’ne (The Graduate) Hababam Sınıfı’ndan American Graffiti’ye kadar her kuşaktan kadın ve erkeği etkisi altına alan bu tarz yapımlar günümüzde izle - unutfilmlerine dönüşse de sinemada en çok tercih edilen türler arasındadır. Kadın erkek ilişkilerine odaklanan, ergenlik dönemi sıkıntılarını yansıtan, yaşanamayan cinselliğin yarattığı gerginliğin peri masalı finaliyle ortadan kalkması… Bütün bunların bizdeki tezahürü ise hüsran. “Adamlar nasıl yaşıyor” dedirten filmlerin bir kültür satışı olduğunu anlayamadığımız dönemler. Saç ve deri ceketle modifiye edilen yerli James Dean’ler pastanede keşkül yerken, kızın elini tutmaktan acizken, günümüzde liseli Beckhamların fütursuzca yaşadığı cinsellik Asi Gençlikten Amerikan Pastası’na dönüşen toplumun bir yansımasıdır aslında.

Çerez gibi görünen bu gençlik filmleri aslında toplumu en çok etkileyen yapımlardır. Kültür satışı, ürün satışı, toplumsal yapıda istenilen değişimin sağlanması ve küreselleş(tir)me çabalarından dolayı Hollywood her dönem bu tür filmleri karşımıza çıkarmaya devam edecektir. Filmdenziyade uzun metraj reklam kuşağı olarak izlediğimiz bu yapımlarda karakterin hayatını unutsak da; çizmelerini, telefonunu, erkek ve kadınların saç stillerini, kullandığı mimik ve jestleri atlamadan hayatımıza sokarız. Tüm dünyada aynı anda vizyona giren bu yapımlarla beraber bizim de vizyonumuzun genişlediğini düşünür - filmlerdeki gibi giyinip kuşanıp piyasaya çıkarız.
Öykü Yılmaz
Kaynak : ODATV

26 Kasım 2010 Cuma

Oflu Nine’den hayat dersi

'Kençluk bir kuş idi, uçurduk, tutamaduk. Ehtiyarluk da bir beladur, gezdirduk satamaduk...'


'Dünyada iki isim varidi, birisi AYIP idi, birisi GÜNAH idi'
"Şimdiki bolluklar pek çok.. Biz aç durduk aç, akşama kadar bir dilim... ekmeklan durduk.. Çarşıya kadar sirtimda yuklen giderdum, çocuklarima ne vereceğum diye 50 
kuruş araba parasi vermezdum." "Bizim zamanimizda, bir adap var idi. Dünyada iki isim varidi, birisi AYIP idi, birisi GÜNAH idi. Ayip denilen bişe şimdi kalkti gitti, hiçbişe için ayıp yoktur." 

"Evlenduk, boşanduk.." deyiler. Hayat o kadar 
ucuz midur?"






4 Kasım 2010 Perşembe

Başörtülü 'giyinmiş çıplaklar' var!

TRT Haber'de dün gece Kozmik Oda programının konuğu, ünlü islam hukuku profesörü Hayrettin Karaman'dı. Rıdvan Memi'nin sorularını yanıtlayan Karaman, başörtüsü, kadın-erkek ilişkileri ve cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi tartışmasına ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. İşte o açıklamalar!




"Bir kısım kadınlar aynanın karşısına geçtiğinde karşı tarafı nasıl çarparım diye düşünür. Bunu da hem başını açan hem de örten için söylüyorum. Kimi de vardır, rüküş olmayayım ama saygın, düzgün olayım der. Ama maksatlarını biz bilemeyiz. Maksadı bir yana bırakalım ve görüntüye gelelim. Görüntüde tesettür başın üstüne bir örtü alıp, açmış olmaktan daha güzel bir kıyafetle, renkle, duruşla insanların karşısına çıktığınız zaman da, mecazi anlamda söylüyorum yine zinetinizi sergilemiş olursunuz. Yani başörtü takarak ayetin anlamına maksadına ters düşersiniz. Açarak da olur bu takarak da olur."



Programda bu noktada Rıdvan Memi'nin sorduğu, Hz. Peygamber sahih bir hadiste "Giyinmiş Çıplaklar" tabirini kullanıyor, kimleri kastediyor? sorusuna Hayrettin Karaman'ın verdiği cevap çarpıcıydı:



"Bu az önce konuştuğumuz konuyla alakalı. Bu ifadeyi birkaç şekilde tefsir etmişler ve yorumlamışlar. Bunlardan bir tanesi şeffaf giyersiniz altını gösterir. Çıplak mı değil. Ama çıplak gibi. İkincisi bütün vücut hatlarınız belli oluyor.Bunlara bir şey daha eklemek icap ediyor, onu konuştuk az önce o da şudur. Giyiniyor ama açıktan daha cazip hale geliyor. Başını örtüyor, giyiniyor fakat öyle renklerle, öyle şekillerle ve öyle bir güzellik vererek, estetik değil cazibe vererek bunu yapıyor ki açık olsaydı belki o kadar dikkati çekmeyecekti. Bunu da çağdaş olarak eklemek lazım bu o yorumlara.



'BAŞÖRTÜSÜ TEMEL KULLUK ENSTRÜMANIDIR DENEMEZ'



Rıdvan Memi'nin "Başörtüsü Allah'ın kadına dönük vazettiği unsurların temelini oluşturacak bir enstrümandır, denebilir mi? sorusuna ise Karaman'ın yanıtı gayet netti:



"Hayır denemez. Ben ısrarla örtünme tabirini kullanıyorum, bir. Bunun hem kadına hem erkeğe ait olduğunu söylüyorum, iki. Üç, örtünme Kur'an'da emredildiği için vazgeçemeyeceğimiz bir araçtır. Ama kadın ve erkekten istenen temel bir kulluk ensturmanıdır diyemeyiz."



'ERKEKLER KADINI GÜNAH ARACI GÖRÜP OLMAYAN YASAKLARI KOYABİLİYOR'



Kozmik Oda'da yaşanan en ilginç diyaloglardan biri de Rıdvan Memi'nin "Ahzab Suresi 59. Ayetin (dış giysi emri ayeti) sonundaki "Allah çok bağışlayıcıdır. Rahmet Kaynağıdır" ifadesi, Elmalılı Hamdi Yazır tarafından "Tesettür emrolunduğundan dolayı kadınlar bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin" şeklinde yorumlanıyor. Katılıyor musunuz?" sorusu üzerine gelişti, Hayrettin Karaman şunları söyledi:



"Tabii. Şöyle katılıyorum. Cenab-ı Hakk kadınlara yönelik bir takım emirler ve yasaklar getiriyor. Fakat insanlar Allah'ın maksudunu aşarak, kendi egolarını tatmin etmek, kendi egemenliklerini kadınlar üzerinde göstermek ve kadınlara tahakküm edebilmek için bu maksadı aşabiliyor ve Cenab-ı Hakk'ın hedeflemediği yasakları koyabiliyorlar. Öyle oluyor ki camiye bile kadınların namaz kılmak için gitemelerini engellemek istiyorlar da Peygamber Efendimiz onlara "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın evlerinden mahrum etme" diyor.



'KADINLAR CAMİDE ERKEKLER İLE BİRARADA, AYNI HİZADA NAMAZ KILABİLİR'



"İnsanlar günah işlememek için günah imkanlarını ortadan kalkmasına talip oluyorlar. Halbuki Allah böyle istemiyor. Din böyle istemiyor. Din şöyle istiyor, günah işleme imkanı bulunacak fakat siz iradenizle, Allah'a olan sevgi ve saygınızdan dolayı onu ihlal etmeyeceksiniz. Erkekler kadını günah aracı olarak görmüşler. Bu günah aracını mümkünse evin içinde hapsetmeyi arzu etmişler. Sınırı aşma dediğim işte bu. Sınırı tarih boyunca aşmışlar. Peygamberimiz bile bununla mücadele etmiş. Peygamber Efendimiz zamanında saflar önce erkekler, sonra erkek çocuklar sonra da kadınlar şeklinde sıralanmış. Ama erkekler kadınların hizasında olsalar. Mezhep imamları bu konuyu tartışmışlar. Mesela Hanefiler demişler ki, kadın önde olursa ya da erkeğin hizasında olursa erkeklerin namazı bozulur. Ama diğer imamlar bozulmaz demişler. Bozulmaz niye bozulsun. Kadınlar ve erkekler aynı hizada durabilirler."



'SİMGE ŞEKLİNİ BELİRLESİNLER, ÖYLE ÖRTÜNMEYİN DİYE FETVA VEREYİM'



"Başörtüsünün iddia edildiği gibi siyasal simge olarak şekli belirlensin ben kızlara o şekilde örtmeyin diye fetva vereceğim, bunu örtmeyin bunun dışında her türlü örtün ve okulunuza gidin diyeceğim. Önemli olan örtünmedir. Ne şekil ne kıyafet tayin edilmiş değildir."



'CEMEVLERİ KURAN VE SÜNNETE GÖRE İBADETHANE DEĞİLDİR'



Kozmik Oda'da son günlerde yeniden konuşulan Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesine yönelik tartışma da gündeme geldi. Rıdvan Memi'nin "Cemevleri Kuran ve sünnete göre ibadethane sayılabilir mi?" sorusuna Hayrettin Karaman'ın yanıtı yine netti:



"Sayılmaz. Kur'an ve sünnette Cemevlerinde yapılan şeyler ibadet olarak kabul edilmiyor. Kur'an'da ve sünnette ibadetin ne olduğu belli. Cemevlerinde hem dini hem de kültürel bir takım ritüeller yapılıyor. Bunun tamamına birden ibadet demek mümkün değildir. Bunlarda o evde yapıldığına göre o anlamda ona mabed demek mümkün değildir. Bu cemevleri olmasın manasına gelmez. Cemevlerine din adamları gelmesin, cemevlerine devletin camilere yaptığı gibi yardımlar yapılmasın manasına gelmez. Dedelere maaş vermek lazımsa verilmesin anlamına gelmez. Bu manalardan söylemiyorum." (Zaman)
kaynak: http://haber.gazetevatan.com/Haber/338308/1/Gundem

28 Ekim 2010 Perşembe

“Amerikan Rüyasını Yaşıyormusunuz? Yarınıza Yakını Hayır Diyor”

Yahoo Web sitesinde yer alan, “Amerikan Rüyasını Yaşıyormusunuz? Yarınıza Yakını Hayır Diyor” (Are You Living the American Dream? Almost Half of You Say No) başlıklı ve 20.10.2010 tarihli yazı, “Strategy One” isimli kamuoyu araştırma şirketinin 1008 Amerikalı ile yapmış olduğu araştırmanın sonuçlarını kamuoyuyla paylaşıyor. (http://finance.yahoo.com/tech-ticker/are-you-living-the-american-dream-almost-half-of-you-say-no-535521.html?tickers#mwpphu-container)




Her yüz Amerikalıdan 48’i “Halen Amerikan Rüyasını Yaşıyor musunuz? sorusuna olumsuz yanıt vermiş. Söz konusu yazıda “Amerikan Rüyası”nın ne olduğu da genel hatlarıyla şu şekilde açıklanmış: Banliyöde, tercihen özel bahçesi olan bir ev, bir aile, bir köpek, uygun bir araba.



Yıllık geliri 40-50 bin dolar arasında olan hane halkları arasında soruya olumlu yanıt verenlerin, yani Amerikan rüyasını halen yaşıyorum diyenlerin oranı yüzde 41 iken, yıllık geliri 75 bin dolar ve üzeri olan Amerikan aileleri için bu oran yüzde 71 olmuş. Gelir arttıkça rüyaya inananların sayısı artmış.



Araştırmanın ortaya koyduğu bir diğer sonuç ise, toplumdaki umutsuzluk. Amerikan rüyasını yaşamadığını söyleyen yüzde 48’in yaklaşık yarısı, hiçbir zaman daha iyi yaşam koşullarına ulaşamayacağını belirtmiş. Yazıda, yüzde 10’a varan işsizlik ve konut fiyatlarındaki düşüşün bu umutsuzlukta etkili olduğu belirtiliyor.



Daha bir çok ayrıntıyı içeren araştırmanın tamamını merak eden okuyucularımız anılan araştırmaya (http://www.strategyone.net/documents/ADsurvey.pdf) internet adresinden ulaşabilirler.

kaynak : http://www.odatv.com/n.php?n=amerikan-ruyasinin-sonuna-geldik-2710101200

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim

Joanne Greenberg'in yarı otobiyografik özellikler taşıyan romanı “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, şizofreninin karanlık odaları ve aklın gizleri üzerine pek çok ipucu taşır. Öte yandan, özellikle baş kahramanı Deborah ve psikoterapisti Dr. Fried arasında geçen uzun diyaloglarla, toplumun yerleşik değer yargılarına çarpıcı bir eleştiri getirirken, okuru da "normal" kavramının kaygan zeminini sorgulamaya iter.




Yıllar önce, orijinal baskısından, oldukça çarpılarak okuduğum bu romandan parçaların yanısıra, konu üzerine okumuş olduğum çeşitli bilimsel makaleler, “Üçüncü Sayfa Haberi” olarak tabir edilen haberleri okurken, sıklıkla aklıma gelir. Dün de, utanç, dehşet ve nefretle, “Ahlak polislerinin tecavüzü” haberini okurken yine aklıma düştü.



Açıkçası bu ve benzeri haberler, “kendi yeğenini fidye için kaçırıp sonra parçalara bölerek yakarken yakalanan adam” türevi, ıslah edilemeyecek bir şiddet boyutu taşıyan ve ancak “normal” olmayan bir akılla açıklanabilecek olan haberlerin bende uyandırdığı dehşet duygusunun bile üzerinde kalıyor.



Öyle ki, meslek gereği birçok insanın yaşamına uzun soluklu olarak değen öğretmenlerin, ya da deliliğinin üzerine kılıf olarak bir de “ucuz otorite”yi giyinen ve silahlanma yetkisini alan polislerin; olabildiğince tedavi altına alınarak topluma kazandırılmaz ise en çok kendine ve yakın çevresine zarar verebilecek bir şizofrenin hazin öyküsünü mikro bir boyuttan alıp, makro bir korkunçluğa sürükleyebilecek olmaları, kanımca daha da korkutucu.



Yakın geçmişte basında kendine yer bulmuş iki farklı haber, bu konuda da toplumsal anlamda ne kadar hazırlıksız, ne kadar tehlikelere açık bir noktada bulunduğumuzu anımsatır nitelikteydi.



Sokakta tanımadığı birisini “kendisine sert baktı diye” öldüren bir polis memuruna paranoid şizofreni tanısı konmuş, “cezai ehliyeti” bulunmaması nedeniyle, hiçbir ceza almamıştı. Bu ve benzeri haberlerin ardından, son zamanlarda, ayrıca, emniyet teşkilatındaki intihar ya da cinnet gibi olayların artması üzerine, Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü İsmail Çalışkan açıklama yapmıştı. “Polisin çalışma saatleri çok uzun, bu polisi fizyolojik ve psikolojik olarak etkiliyor. Polis Koleji ve Polis Akademisi'ne başvurularda 'ruh sağlığının yerinde olması ve daha önce intihar girişiminde bulunmamış olma' şartı aranıyor. Adaylar bu konuda çok sıkı kontrolden geçiriliyor. Ancak mesleğe başladıktan sonra bu konuda düzenli bir kontrol ve destek sistemi oluşturulmuş değil” denmişti.



Üsküdar’da bir ilköğretim okulunda görev yapan bir öğretmen, eşi ve iki çocuğuyla birlikte Ataşehir’deki bir öğretmenevinde kalmak için başvurup, İstanbul’da yaşadıkları için bu istekleri geri çevrilince, Savcılığa giderek, “Öğretmenevinde kahvaltı ettik, zehirlenip cinsel tacize uğradık” diye şikâyette bulunmuştu. Savcılık ise gerekli araştırmaların sonucunda, öğretmenin ağır şizofreni vakası olması nedeniyle takipsizlik kararı vermişti. Görevine devam eden öğretmenin durumuysa bir başka sorunu daha gündeme getirmişti; “Ruhsal durumu ne kadar ağır olursa olsun milli eğitim müdürlükleri, öğretmeni devlet memuru olduğu için görevden alamıyor”.

Türkiye’de ve dünyada, suç işlemiş ya da suça yatkın olan şizofrenlerin demografik özellikleri üzerine yapılmış birçok araştırma var. Araştırmaların sonuçları, yoksulluk ve eğitim eksikliğinin, sadece genel olarak suç oranlarını değil, ruh sağlığına olan olumsuz etkileri nedeniyle, adi suçların şiddetini de artırdığını ortaya koyuyor.



Geçen haftalarda, "Dünya Ruh Sağlığı Günü" dolayısıyla yapılan yazılı açıklamada, Türkiye Psikiyatri Derneği, uluslararası alanda da sıklıkla vurgulanan yoksulluk ve sosyal dışlanma konusunun, ruhsal sorunların yaygınlaşması açısından en belirleyici etken haline geldiği kanısında olduğunu belirtti.



Türkiye Psikiyatri Derneği açıklamasında, yoksulluğa karşı mücadelede tüm toplumu ve özellikle riskli grupları kapsayan etkin devlet politikaları geliştirilmesi gerektiğine, gelir dağılımı eşitsizliklerinin giderilmesi için her aşamada etkin çalışmalar yürütülmesinin önemine işaret etti.



Birçok nokta gibi, bu noktada da, AB Uyum Yasaları kapsamında yapılan bazı değişikliklerin, kanımca birçok başka yasayla desteklenmesi ve devletin kurumlarına yerleştirilmesi gerekiyor.



Türkiye’de uyum yasaları gereği kaldırılan idam cezası, insan hakları çatısından bakıldığında, insan hayatlarına karşılık verilen üç kuruş 4 aylık cezalarla nasıl örtüşmüyorsa, Ruh Sağlığı Yasası’nın, 2000’li yılların başından beri ciddiye alınıp çıkarılamıyor olması, yeni ve son derece ciddi tehlikeleri beraberinde getiriyor.



Türkiye’nin, acilen çıkarılacak bir Ruh Sağlığı Yasası’na, ulaşılabilir, yaygın ruh sağlığı ve tedavi hizmetlerine ihtiyacı var.



Toplumsal eşitsizlik, eğitimsizlik ve yoksulluk ile suç, birbirleriyle de bağlantılı olarak artıyor. Ne yazık ki, üstkurumlarca atılacak köklü bilimsel, ekonomik , insani ve hukuksal adımlar ve acilen gerekli caydırıcı uygulamalar, bizlere gül bahçesi vadetmekten oldukça uzak. Varsın güllerimiz geç açsın, ama yine de artık bir yerlerden başlamak gerek. Yoksa, pek çok anlamlarıyla toplumsal çöküntüye doğru hızlı ilerleyiş, neredeyse kaçınılmaz olacak.

Eliza DOOLİTLE
kaynak: http://www.t24.com.tr/content/authors.aspx?article=2690&author=58

Mahalle ve selam mesafesi

Ben ülkenin en önemli dertlerinden birisinin yönetim meselesi olduğunu düşünenlerdenim. Bugünkü yönetim düzenimiz gerek zihniyet dünyasıyla gerekse de il-ilçe-mahalle-köy diye giden bölümleme ve organizasyonuyla bugüne yetmediği gibi, ilerleme ve değişimin önündeki en önemli engellerden birisidir.




Bugün nüfusun yüzde 24’ü 40.974 köyde yaşıyor. Buna karşılık nüfusun yüzde 33’ü 69 il merkezi ve 892 ilçede yaşıyor. Nüfusun en büyük dilimi olarak yüzde 43’ü 12 büyük metropolde yaşıyor. Bu 12 büyük metropolde beş binin biraz üstünde mahalle var. Bu mahallelerin 753 tanesinde ortalama nüfus yirmi binin üzerinde. Metropoller dışındaki ilçeler ortalama nüfusu beş binin biraz üzerinde iken metropollerdeki mahalleler ortalama nüfusu altı bin üzerinde.



Yani bir ilçede kaymakam, mal müdürü, ilçe eğitim müdürü vb. türlü yönetici varken, metropollerin mahallerinde bir tek muhtar var. Üstelik bu mahallelerin 753 tanesinin nüfusu da 15 binin üzerinde. Yönetim sisteminin yetmezliği, tıkanmışlığı üzerine uzun söze ne hacet, rakamlar ve meselenin kendisi bizatihi sorunu gösteriyor!



Mahalle dediğimiz tanım, bir kentsel alandaki yönetsel olarak en küçük ve alt bölüm. Fakat mahalle aynı zamanda sosyolojik kavram olarak yakın komşuluk ilişkilerinin kurulabildiği, insanların selam mesafesinde durabildiği ve birbirini tanıyabildiği en küçük sosyal yapıdır. Gerçi bugün metropollerin kent düzenlerindeki karmaşıklık ve mahallelerin büyüklüğü nedeniyle artık mahalleler içindeki sokakların veya bazı mahallerin ya da sitelerin en küçük sosyal yapı olarak tanımlanması ve incelenmesi gerekir.



Benim dikkatinizi çekmeye çalıştığım nokta, sosyolojik olarak bu mahallelerdeki yaşam. Bizim akvaryumun ezberlerinden birisi “komşuluğun öldüğü” ve tabi destanlarımız var, karşı kapıdakileri tanımadığımıza, ölsek yardımımıza gelenin olmayacağı üzerine. Dışımızda ise hemşeriliğin hala en büyük sosyal dayanışma gerekçesi olduğunu sanırız. Ama bu ezberler ve destanlar bizim akvaryum içinde geçerli. Muhtemelen çok büyük bir kısmımız apartman ya da site yönetim toplantılarına da katılmıyoruzdur.





Komşuluk ve dayanışma



Gerçekte böyle olduğunu sanmıyorum ben. Özellikle yoksulluk üzerine yapılan akademik çalışmalar ve bizim araştırmalarımız gösteriyor ki, yoksul ve yoksunlar arasında müthiş bir sosyal ilişki ve dayanışma var. Hala bu toplumdaki hanelerin onda birine giren gelir sıfır veya sıfıra yakın ve hala bu toplumun beşte birinin bırakın sigortasını, sosyal güvenliği bile yok. Bu koşullarda devletin, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin yardımları kadar kendi içlerindeki komşu, apartman, sokak, mahalle dayanışmalarıyla hayata tutunmaya çalışıyorlar. Tam burada yardımlar ve oy ilişkisi üzerine olan destanlarımızı hatırlatıp, bu konudaki yaklaşımı ve dili gözden geçirmemizi önerip bu konuyu şimdilik geçeyim ben.



Başka önemli bir değişim hemşerilik meselesinde. Son yirmi yıl öncesine kadar göç eden kişinin geldiği şehirde konduğu yer hemşerilerinin yanı, sokağı, mahallesiydi. Dolayısıyla da ilişki ve dayanışma o sokakta ve mahallede iken bile hemşeriler arası idi. Hala İstanbul’un mahallelerinin ve hatta bazı sanayi işletmelerinde çalışanlarının bile hangi köyden olduğunu tanımlamak mümkün. Fakat kentlerin aldığı yeni şekil içinde artık büyük şehre gelip konulan yerin hemşerilerin yanı olabilmesi pek mümkün olamıyor. Artık bulabildiği ilk yere konuluyor.



Hemşerilik ilişkileri daha çok ekonomik alan ve ilişkilere kayarken, artık sosyal hayatta ve mahallede hemşerilik ağırlıklı değil. Artık hangi yeni mahallede Kastamonulular var bilmiyoruz ama ev taşımacığı sektöründe ağırlıklı olduklarını gözlüyoruz. Hemşerilik yerine ne tür sosyal ilişkiler ve dayanışma yolları gelişti, bu yeni ilişki ve dayanışma yolları içinde dindarlık ya da cami cemaati ve etrafında olmak ne kadar önem kazandı gibi meseleler akademik dünyamızı bekliyor, üzerinde çalışılsın ve anlaşılsın diye.



Demem o ki, mahalle meselesini gerek yönetim gerek sosyal hayat açısından yeniden düşünmemiz ve tanımlamamız gerek. Çünkü yalnızca yönetim meselesi nedeniyle değil, eğer demokrasiyi geliştirecek, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye dönüşmeyi hedefleyeceksek, anahtar yeni mahalle tanımımız olabilir. Belki de gündelik hayat üzerinden çoğulcu ve çok kültürlü bir toplumun ilişki ağını geliştirecek, hayatın içinde yeni toplumsal uzlaşmalar üreteceksek de en küçük mekân olarak mahalle üzerine yeniden düşünmemiz gerek. Tabi bunları dert ediniyorsak!

Bekir AĞIRDIR
kaynak : http://www.t24.com.tr/content/authors.aspx?article=2689&author=42

22 Ekim 2010 Cuma

'Başhekim kendi gibi yaşıyorum sanıyor galiba'

İnsan haksızlığa uğrarsa önünde iki yol vardır. Ya "düzen böyle" deyip sineye çekmek, ya da düzeni değiştirmek için mücadele etmek... Ama mücadele verebilmek cesaret işidir. İnsan en azından yola beraber çıkabileceği birilerini arar yanında. Eğer kimse yoksa, akla gelen tek bir cümle vardır: "Ben mi değiştireceğim bu düzeni!"




105 gündür Paşabahçe Devlet Hastanesi'nin bahçesinde kurduğu çadırda yaşayan Türkan Albayrak ise bu cümleye sığınmadı. Hastanede asgari ücretle temizlik işçisi olarak çalışan ve her sene sözleşmesi feshedilerek yenilenen Türkan Albayrak, "Bu defa bu sözleşmeyi imzalamayacağım, haklarımdan vazgeçmeyeceğim" dedi. Bunun karşılığı işten çıkarılmak oldu.



Albayrak evine dönmek yerine, "Tek başıma da olsa bu mücadeleyi vereceğim, çünkü gidecek başka yerim yok" dedi ve hastanenin bahçesine bir çadır kurarak orada yaşamaya başladı. Terörist dediler, diğer hastane çalışanlarının onun yanına gitmesini engellediler, 'Nasılsa kış gelince evine döner' dediler. Ama Türkan Albayrak mücadelesini sürdürmeye devam etti ve kış geldiğinde de devam edeceğini söylüyor. Diyor ki, "Başhekim kış gelirse eve döneceğimi söylüyormuş. Başhekim bilmiyor ki... Herhalde onun gibi yaşıyorum zannediyor evimde."



Hem Türkan Albayrak artık eskisi kadar yalnız da değil. Hastaneye gelenler, civar muhitte oturup onu ziyaret etmeye gelenler, hatta liseden çıkıp üniforması ile çadıra koşup; 'Sizinle tanışmak istiyoruz' diyenler... Hepsi çadıra uğrayıp, "Abla, inşallah yakın zamanda dönersin işine" diye onun yanında olduklarını söylüyorlar.




İşe geri alınana kadar mücadelesinden vazgeçmeyeceğini söyleyen Türkan Albayrak ile 105 gündür hiç ayrılmadığı çadırında konuştuk.



Dile kolay, tam 105 gündür bu eylemi sürdürüyorsunuz, evinize gitmiyorsunuz. Yorgun musunuz?

100 gün önce nasıl kararlıysam, hala aynı kararlılıktayım. Direnişi işe geri dönünceye kadar devam etireceğim. Çünkü başlangıç sebebim beni haksız yere işten atmalarıydı. Ben de "Evime gitmeyeceğim. Hastanenin bahçesinde oturacağım. İşe geri dönünceye kadar orada duracağım. Bana yapılan haksızlıkları herkese anlatacağım. Suçlu olan ben değilim. Suçlu olan işveren. Bunu herkese göstereceğim” dedim. O zamanlar ne zorlukla karşalaşacağımı ve kazanacağım şeyleri hiç düşünmemiştim. Mesela polisle karşılaşmayı düşünmemiştim. Ama beni zorlayan sebepler de beni yıldırmadı. Çünkü benim bir amacım vardı.



100 günde işe dönmeyi bekliyor muydum... Beklediğim anlar da oldu. Ben içerideki kişilerin desteğinin olacağını düşünmüştüm ilk başlarda. Onların bir yaptırımı olur diye düşünmüştüm. Ama beni işten çıkarır çıkarmaz işveren içeride de insanları tehdit etti. Benim işe geri dönmem için imza veren çalışanları, memurları, doktorları, hemşireleri bile sorguladı. İşte “Bu kadın bölücüdür, teröristtir. Siz de mi öylesiniz? Sizinle ilgili polis soruşturması olur" gibi şeylerle içerideki desteği tamamen kestiler.



Bunu yapan başhekimlik mi?

Evet, başhekimlik. Hatta bana karşı şöyle bir imza toplamışlar. “Biz Türkan Albayrak’ın işten atılmaması için imza verdik. Ama bu çadır kurulduktan sonraki olaylarla ilgimiz yoktur. Biz onun çadır kuracağını bilmiyorduk" diye. Bu kağıdı imzalatanlarla konuştuk, “İdare tarafindan sorgulandık. Biz de sürülmemek için geri imza attık” dediler.









HİÇ MAAŞIN ARTMADAN EN AĞIR KOŞULLARDA ÇALIŞANSIN



İnsan bir anlık bir davadan, yüz günlük direniş çıkarmaz. Bunun belli ki bir geçmişi var. Belli ki birikmiş bir şeyler var. Neydi sizi bu kadar isyan ettiren?

Ben ilk konfeksiyonlarda çalışmıştım doksanlarda. Orada da hep işe başlıyordum, “Senin sigortanı yapacağız” deyip, uzun bir süre, çok az bir paraya sigortasız çalıştırıyorlardı. 2002'de tekrar işe başladığımda taşerondaydım. Taşeronla 3 yıl boyunca Türk Telekom’da çalıştım. Orada da 3 yıl boyunca hiç maaşım artmadan, asgari ücretle çalıştım. Keza buraya gelince yine aynı. Hiç maaaşın artmadan, ama en ağır koşullarda çalışansın. Zaten temizlik işçisisin ama temizlik dışında her işi yapıyorsun. Taşıma, hastabakıcının yapması gereken işler, hastayı röntgene götürmek, ameliyathaneye götürmek, yatak yapmak... Hemşirenin bile yapması gereken işleri yapıyorsun zaman zaman. Hastanedeki herkesten daha fazla çalışıyorsun ama daha az maaş alıyorsun, bunun yanında iş güvenliğin de yok.



HEP "YARIN BU İŞTE ÇALIŞABİLECEK MİYİM" DİYE DÜŞÜNÜYORSUN



Akşam eve giderken, "Acaba yarın bu işte çalışabilecek miyim?" diye düşünüyorsun. Ve yaşamındaki hiçbir şeyi planlayamıyorsun. Bankalar kredi bile vermiyor, asgari ücretle çalışıyorsun diye. Çalışma koşulların belli, iş güvenliğin zaten yok. Ve sana sözleşme imzalatıyorlar, sanki işe yeni girmişsin, daha bugün başlamışsın gibi bir sözleşme. "Geçmişteki bütün tazminatlarımı ve izin günlerimi aldım. Hiçbir hakkım yoktur” diye bir imza alıyorlar senden ve yeni işe girmiş gibi gösteriyorlar. Öylesine hak gaspı var ki...



Mahkemeye vermek de çözüm değil. Mahkemeye veriyorsun işvereni, geri dönüyorsun. Ama seni tekrar atabiliyor. Sendikal çalışma yapıyorsun diye tekrar atabiliyor. O yüzden ne kalıyor çare olarak? Direniş yapmak kalıyor.



İŞ GÜVENLİĞİM YOKSA ANNE OLMA ÖZELLİĞİM BİLE YOK



Çadır kurup hastanenin bahçesinde yaşamaya karar verdiğinizde çevrenizin, eşinizin, çocuklarınızın tepkisi ne oldu?

Ben onlara, “Ben bunu yapacağım, izin verir misiniz?” gibi sormadım. "Ben bunu yapıyorum" dedim, yaptım. İş bu raddeye geldikten sonra ya benimle birlikte olmak zorundalar, ya da beni terk etmek zorundalar. Ben kararlıyım. Çünkü işim yoksa, bu ülkede iş güvenliğim yoksa; benim bir evde çocuklarıma karşı anne olma özelliğim bile yok. Ben çocuklarımın ihtiyaçlarını, evimin ihtiyaçlarını neyle karşılayacağım? İşin özünü düşünürsen böyledir.



İŞÇİ GİBİ, İNSAN GİBİ YAŞAMAK İSTİYORUM



Diğer insanlar gibi yapabilirim tabii. "Burası olmadı” der, başka yere giderim. Orada daha uzlaşmacı davranırım, orada çalışırım. Ama ben onu yapmak istemiyorum. Ben işçi gibi yaşamak istiyorum. İnsan gibi yaşamak istiyorum.



ÇADIR KALANLARIN İŞ GARANTİSİ OLDU




Ya diğer iş arkadaşlarınız? Onlar destek veriyor mu? Bir tek siz mi oldunuz işine son verilen?

İşine son verilen tek ben değildim, benim arkam gelecekti... Eğer ben çadırı kurmasaydım! Benden sonra atılacak olanlar vardı, ama çadırı kurduktan sonra atılan kişiler burayı daha da güçlendirecekti. Bir yerine on kişi olsaydık, buradaki her şeyi bölüşürdük. Örneğin ara sıra evimize giderdik, nöbetleşe yapardık, daha güçlü olurduk. Veya ben bir kişiyim benim etrafımda ailem var. Ama on kişi olsak, onumuzun da ailesi olacaktı. Yani daha fazla bir güç olacaktı, daha fazla bir kamuoyu olacaktı. Onu göze alamadılar. Yani ben onların iş garantisi oldum. Çadır onların iş garantisi oldu.



BAŞHEKİM EVİMDE ONUN GİBİ YAŞIYORUM ZANNEDİYOR HERHALDE



Siz hiç mi eve gitmiyorsuınuz?


Yok ben burada kalıyorum. 105 gün oldu bugün. Banyo yapmaya arkadaşıma gidiyorum bu yakınlarda oturan. Onun dışında hiç gitmiyorum buradan. Sadece TEKEL işçilerinin direnişine, bir panele ve TAYAD’lıları uğurlamaya gittim. Bir de işte banyoya gitmem. Başka ayrılmıyorum... Bu işin özelliği bu. Evine gidince ya da normal yaşamını devam ettirince bu direniş falan olmaz. Bunun böyle olması gerek.



Önümüz kış. Böyle devam edecek misiniz?

Kış gelse de buradayım. Kış koşulları gelse de evimden çok farklı değil. Bizler gibi işçilerin evleri çok farklı değil. Başhekim benim için demiş ki, "Kış gelince gider!" Başhekim bilmiyor ki.. Herhalde onun gibi yaşıyorum zannediyor evimde.



Başhekimle hiç karşılaştınız mı? Geçiyor mu buralardan?

Geçiyor, karşılaştık. Gerçi başhekim burada değil, bir üst ek binada. Burası tamirde olduğu için, bir süreliğine oraya gittiler. Ama ben işten atılmadan önce çok sık gelirdi başhekim. Ben pek fazla görmüyorum artık başhekimi.



Baştan beri çadıra böyle bir ilgi var mıydı?

Baştan beri böyle değildi tabii. Direniş uzadıkça, duyan da fazlalaşıyor. Sahiplenme de fazlalaşıyor. Haklı olduğuna ikna olan insan sayısı da fazlalaşıyor.



EVDE OLSAYDIM AK PARTİ'NİN GETİRECEĞİ POŞETLERLE İDARE EDECEKTİM



Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?

Destekle sağlıyorum geçimimi. Yani Paşabahçe halkı yemek getriyor. Sırayla yemek getiriyorlar. Gelen ziyaretçiler çay-şeker getiriyor. Tüpümüz bitiyor, tüpümüzü dolduruyorlar. Öyle. Destekle sürüyor. Eğer evde olsaydım AK Parti’in getireceği poşetlerle idare edecektim.



BU İŞ ANCAK İŞE GERİ DÖNERSEM BİTER



Bu mücadelenin sonu nasıl gelecek? Buradan bakınca sonunu görebiliyor musunuz?

Sonu nasıl gelecek biliyorum. Benim amaçladığım işe geri dönmekse, işe geri dönmeden bu çadırı kaldırmayacağım. Bunda da kararlıyım. Bu neye mal olur? Hepsini göze aldım. İnsanlar diyor ki, ""Tek işyeri burası mı? Başka yerler yok mu?”. Tamam, başka yerler de var. Ama buranın koşullarından çok da farklı değil. Yine böyle koşullarla karşılaşacaktım. İşte “Evin var, çoluğun çocuğun var” falan... E, benim evimde de koşullarım çok farklı olmayacak ki. Ben çalışmıyorum, neyle doğalgaz yakacağım, neyle soba yakacağım? Ya da ne alıp yemek yiyeceğim. Bu iş ancak işe geri dönersem biter.
kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25143866/

18 Ekim 2010 Pazartesi

Şizofreni tedavisinde yeni başlangıçlar

Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman geçtiğimiz günlerde 'Şizofreni tedavisinde yeni başlangıç noktası' konulu bir toplantı düzenlendi.






Columbia Üniversitesi’nden (ABD) Prof. Dr. Xavier Amador ve Güney Afrika’da bulunan Stellenbosch Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Robin Emsley’in konuşmacı olarak katıldığı toplantıya, BRSHH Başhekimi Doç. Dr. Erhan Kurt, öğretim üyeleri ve çok sayıda hekim katıldı.



Motivasyonel mülakat

Hastalarına, şizofreni hastası ağabeyi ile deneyimlerinden yola çıkarak geliştirdiği yöntemi uygulayan Prof. Dr. Xavier Amador, yaptığı sunumda, şizofreni tedavisinde güvene dayalı ilişki kurmanın önemi ve iletişim teknikleri hakkında bilgi verdi. Listen-Empathise-Agree-Partner (LEAP) Enstitüsü'nün kurucusu ve yöneticisi olan Prof. Dr. Amador, ABD hükümetinin özel izniyle 11 Eylül terörist saldırıları üzerinde çalışan sayılı sivil psikologlardan birisi.



Hastaların yarısından fazlasının, hastalığının ve mantıksız davranışlarının farkında olmadığını belirten Amador, ''Hastayı ikna etmeye çalışmayalım, bunu bırakalım. Onların istedikleriyle tedaviyi ilişkilendirelim. Hastanın istediği şeyleri tedavi ile ilişkilendirmek konusunda ortaklık kurmamız lazım'' dedi. Amador, şizofreni hastalarında ''içgörü'' eksikliğinin sık karşılaşılan bir sorun olduğunu, hastaların tedaviye, ''Hiçbir sorun yok, hasta değilim, bir psikiyatriste ihtiyacım yok, aile üyelerimin de bana yardım etmesine gerek yok'' şeklinde yaklaştıklarını söyledi.



Aile bireyleri ''sen hastasın'' dediğinde buna inanmayan, bir psikiyatriste ihtiyacı olmadığını düşünen hastalarla nasıl işbirliği yapılması gerektiğinin önemli olduğunu dile getiren Amador, aynı hastalıkla 22 yıl boyunca mücadele eden, kendisinden 8 yaş büyük ağabeyi Henry ile de benzer deneyimler yaşadığını anlattı.



Geliştirdikleri ''Motivasyonel mülakat'' yönteminde, kullanılan dilin değiştirilip mülakatın başka bir yere odaklandığını, hastanın konuşmasına izin verildiğini kaydeden Amador, ''Hastayı ikna etmeye çalışmayalım, bunu bırakalım. Onlar ne istiyorlar, onların istedikleriyle tedaviyi ilişkilendirelim. Biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Hasta ile ortağız. Hastanın istediği şeyleri tedavi ile ilişkilendirmek konusunda onunla ortaklık kurmamız lazım'' dedi.



Hastaların taburcu olmak için doktorlara duymak istediklerini söylediklerini belirten Amador, ''Burada bir işbirliği söz konusu olmaz. Kendilerini hasta değil, kurban olarak gördükleri için tedaviye uymazlar. Tedaviyi tamamen reddederler ama taburcu edilmeyeceğini bildikleri için ilacı sanki alıyormuş gibi yapıp yastığın altında saklayabilirler ya da yanağının içinde bekletebilirler'' diye konuştu.



“Erken tanı çok önemli”

Şizofrenide erken tanıyla birlikte tedavide umut veren sonuçlar yaşandığına dikkat çeken Prof. Dr. Robin Emsley ise şizofreni tedavisinde hastaları relapsa karşı korumanın önemi ve tedavi seçenekleri hakkında konuştu.



Önleyici tıbbın mümkün olmadığı şizofrenide erken tanıyla birlikte tedavide umut veren sonuçlar yaşandığına dikkat çeken Prof. Dr. Emsley, şu önerilerde bulundu: “İlaçlarını içen hasta iyileştiğini düşünüp tedavisini bırakmamalı. Şizofreniyi ilaçla durdurabilmek ancak düzenli kullanımla mümkün. Tedavilerini aksatan hastaların beyinleri küçülebiliyor.”



Yeni geliştirilen ilaçlarla hastalığın belirtilerinin ortadan kaldırılabildiğini açıklayan Prof. Dr. Robin Emsley, “Antipsikotik ilaçlarla hastalığın belirtilerini azaltma şansımız var. Ancak burada problem yaşadığımız bir durum da var. Hastalar büyük çoğunlukla ilaçla iyileşiyorlar. İyileştikten sonra bir kısmı ilaç kullanmayı bırakıyor. Oysa bırakmaması gerekiyor. Bıraktıktan sonra hastalığın yeniden alevlenmesi mümkün” diye konuştu.



Prof. Dr. Emsley, salonda bulunan hekimlere, şizofreni tedavisinde uzun etkili enjektabl ilaçların, bazı hastalar için önemli bir seçenek olduğunu belirtti.
kaynak : http://www.kadinvekadin.net/bakirkoy-prof-dr-mazhar-osman-ruh-sagligi-ve-sinir-hastaliklari-e-a-hastanesi-brshh-toplanti-salonun.html

'İki ana dili olan çocuklar avantajlı'

Bilimadamları iki dil konuşan çocukların daha az kafa karışıklığı yaşadığını ve ilerleyen yaşlarda Alzheimer hastalığına yakalanma risklerinin daha düşük olduğunu açıkladı.


İki dil konuşanlar üzerinde son yıllarda yapılan farklı araştırmaları değerlendiren Amerikalı bilimadamı ve yazar Prof. Jared Diamond, vardıkları sonuçları Science dergisindeki bir makalede kaleme aldı.




Küresel düzeyde iki ya da daha fazla dil konuşan insanların sadece bir dil konuşanlardan daha çok olduğu düşünülüyor.



Ancak 1960'lı yıllara kadar yapılan araştırmalarda iki dil konuşan çocukların, başka dilleri daha yavaş öğrendiği sonucuna varılmıştı.



Ancak 12'inci dili öğrenmeye çalışan Diamond, bu inanışın yanlış olduğunu söylüyor.



Diamond son yıllarda yapılan araştırmalarda bir ya da iki dil bilen çocuklar arasında bilişsel ve dil öğrenimi alanlarında büyük bir fark olmadığını belirtiyor.



Prof. Diamond'a göre iki dil bilen çocukların daha avantajlı olduğu bazı alanlar da var.



Diamond, Agnes Kovacs ve Jacques Mehler'in araştırmalarına işaret ediyor.



Kovacs ve Mehler araştırmalarında, anne ve babaları farklı diller konuşan çocuklarla bir dil konuşan çocukların verdikleri tepkileri kıyasladı.



Geciktirici etki



Çalışmada 'iki dilli' çocukların değişikliklere daha kolay adapte olduğu sonucuna varıldı.



Profesör Diamond BBC'ye verdiği mülakatta 'Bir bebek üç aylıktan itibaren İtalyancaya tepki verip Çince konuşan annesini görmezden gelmeyi öğreniyor. Ama anne konuşmaya başlayınca Çinceye odaklanıp İtalyancayı görmezden geliyor. İki dil duyan bebek bir şey üzerine odaklanmayı hepimizden önce öğreniyor.' dedi.



Kanada'da yapılan bir araştırmaya göreyse, birden fazla dil konuşan çocukların ileride, Alzheimer da dahil olmak üzere bunama yaratan hastalıklara yakalanma riski daha düşük.



Bunama yaşayan yaşlılar üzerinde yapılan çalışmada, birden fazla dil konuşan hastalarda bunama belirtilerinin, bir dil konuşanlara kıyasla dört yıl daha geç görüldüğü anlaşıldı.



Araştırmacılar bu durumu, iki dil konuşanların yaptığı beyin egzersizlerinin bu belirtileri geciktirmesiyle açıklıyor.



Diamond, 'Beş dil konuşan İsveçli bir tezgahtar olduğunuzu düşünün. Alzheimer'a karşı 25 yıl korunabilirsiniz. Yani 102 yaşına kadar bu hastalığa yakalanmayabilirsiniz. Yani hiç Alzheimer olmayabilirsiniz' dedi.



Ancak Profesör Diamond bu bir kaç araştırmayla kesin sonuçlara varmanın mümkün olmadığını da sözlerine ekledi.
kaynak: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/10/101015_bilinguals.shtml

Çocuklar bin 200 saatini TV karşısında geçiriyor

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Prof. Dr, Davut Dursun, sadece kanunla verilmiş yetkileri kullanarak yayın ihlalinde bulunan kuruluşlara müeyyide uygulamanın çocukların zararlı yayınlardan korunmasında yeterli olmadığını belirterek, "Yapılan değişik araştırmalara göre, çocuklar yılda yaklaşık 900 saati okulda, bin 200 saati ise televizyon karşısında geçirmektedir. İlköğretim çağını tamamlamış bir çocuk yaklaşık olarak 100 bin kadar şiddet sahnesi ve 8 bin ölüm ya da öldürme sahnesi izlemiş olmaktadır" dedi.




RTÜK ile Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen ve Başkent Öğretmenevi'nde başlayan ''Medya Okuryazarlığı Dersinin Yaygınlaştırılması'' konulu panelin açılışında konuşan RTÜK Başkanı Prof. Dr. Dursun, çoğalan medya mecralarının, teknolojik gelişmelerin verdiği imkanlarla toplumun bütün kesimleri üzerinde büyük ve sürekli etkiler yarattığını vurguladı.



Söz konusu medya mecraları arasında özel bir yere sahip olan televizyonun, izleyiciler ve daha çok gelişim çağındaki çocuklar üzerinde olumlu etkilerinin yanında bir dizi olumsuz etkileri bulunduğunun herkes tarafından kabul edildiğine dikkati çeken Dursun, bugün panelde bir araya gelenlerin ortak noktasının çocuklarla ilgili kaygılar olduğunu belirtti.



Medyanın ve özellikle de televizyon yayınlarının gelişmekte olan çocukların gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle ulusal ve uluslararası düzlemde bazı düzenlemeler yapıldığını hatırlatan Prof. Dr. Dursun, ''Çocukların fiziki, sosyal ve ahlaki gelişiminin televizyon yayınlarınca olumsuz etkilendiği kabul edilmekte ve bazı tedbirler alınmaktadır. Öne çıkan en önemli tedbir, çocukların televizyon karşısında bulundukları saatlerde onları olumsuz etkileyebilecek içerikteki programların yayınlanmamasıdır'' dedi.





RTÜK'ün 7 yılda uyguladığı müeyyidelerin yüzde 27'si çocuklara yönelik



Prof. Dr. Davut Dursun Türkiye'de televizyon yayınlarını düzenleyen 3984 sayılı Kanunun 4/z maddesi ile Türkiye'nin taraf olduğu ''Avrupa Konseyi Sınırötesi Televizyon Sözleşmesi''nin yayıncıların sorumluluklarını düzenleyen 7. maddesinden örnek vererek, sözlerini şöyle sürdürdü:



''RTÜK'ün sürdürdüğü yayın denetimlerinde bu düzenlemeleri ihlal eden yayınlara karşı müeyyide uygulanmaktadır. Üst Kurul tarafından 2002-2009 yılları arasında uygulanan müeyyidelerin yüzde 27'sinin konusunun çocuklar için zararlı yayın içerikleri oluşturmaktadır.



Ancak tecrübeler göstermektedir ki sadece kanunla verilmiş yetkileri kullanarak yayın ihlalinde bulunan kuruluşlara müeyyide uygulamak, çocukların zararlı yayınlardan korunması konusunda tek başına yeterli olmamaktadır.



Çocukların sadece televizyonların değil medya araçlarının olumsuz etkilerine karşı bilinçlendirilmesi amacıyla bazı projelerin uygulanması gündeme gelmiştir. Bu çerçevede RTÜK, başta Medya Okuryazarlığı Dersi olmak üzere bazı projeler devreye sokmuştur. Bu çalışmalardan en önemlisi kuşkusuz Medya Okuryazarlığı dersidir. İlköğretim okullarının 6, 7, 8. sınıflarında seçmeli olarak okutulan ders ile çocuklarımızın yazılı ve yazılı olmayan büyük çeşitlilik gösteren formatlardaki mesajlara ulaşma, bunları çözümleme, değerlendirme ve iletme yeteneği kazanabilmeleri amaçlanmaktadır.''





''Çocuklar yılda 900 saati okulda, bin 200 saati televizyon karşısında geçiriyor"



RTÜK Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun, konuşmasında yapılan değişik araştırmalardan şu örnekleri verdi:



''Çocuklar yılda yaklaşık 900 saati okulda, bin 200 saati ise televizyon karşısında geçirmektedir. İlköğretim çağını tamamlamış bir çocuk yaklaşık 100 bin kadar şiddet sahnesi ve 8 bin ölüm ya da öldürme sahnesi izlemiş olmaktadır. Ülkemizde çocukların yaklaşık yüzde 60'ının kendisine ait odası vardır ve yaklaşık yüzde 30'unun odasında ayrı televizyonu bulunmaktadır. Çocukların yüzde 64'ü boş zaman etkinliği olarak ikinci sırada televizyon izlemeyi göstermiştir.



Bugün burada tartışılacak olan Medya Okuryazarlığı, RTÜK ile MEB'nin işbirliği sonucu hayata geçirilen bir projedir. Ders ilk olarak 2006-2007 öğretim yılında 5 pilot ildeki ilköğretim okullarında verilmiştir. 2007-2008 öğretim yılından itibaren de MEB tarafından seçimlik ders olarak programa alınmıştır.''





Projenin amacı



Prof. Dr. Dursun, projenin medya karşısında etkiye açık, en hassas grubu oluşturan çocukların medya dünyasının yapısını, işleyişini, kurgulanmış içeriğin bilinçli bir şekilde değerlendirilmesini ve eleştirel olarak izlemesini, medya ile ilgili doğru soruları sorup doğru yanıtları bulabilmesini sağlamak olduğunu ifade etti.



Dursun, bu dersi alan öğrencilerin sayısal tablosu ile ilgili şu konulara değindi:



''2007-2008 öğretim yılında öğrencilerin yüzde 11.45'i, 2008-2009'da yüzde 27'si, 2009-2010'da ise yüzde 22.15'i bu dersi seçmiştir. Bugüne kadar toplam 2 milyon 284 bin 84 öğrenci bu dersi almıştır. MEB verilerine göre 30 ilde dersin seçim oranı Türkiye ortalamasının üzerinde, 51 ilde ise Türkiye ortalamasının altındadır.



RTÜK'ün bu dersin yaygınlaştırılması ve medyanın olumsuz içeriklerine karşı bilinçli, duyarlı ve konuya eleştirel bakabilen kitlelerin yetiştirilebilmeleri için MEB'den bazı beklentileri bulunmaktadır. Bu ortamda beklentilerimizi tekrarlamak istiyorum. Aşamalı olarak medya okuryazarlığı dersini İletişim Fakültesi mezunlarının vermeye başlaması için gerekli çalışmaların yapılması. Dersi veren öğretmenlerimizin çocuklarımız açısından olumsuz etkileri bulunabilen medyanın aynı zamanda sağlıklı bir demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru olduğu gerçeğine bağlı kalarak, medya okuryazarlığı dersinde bu hassas dengeyi gözetmeleri. Dersi alan öğrencilerin velilerinin de pekiştirici rolü üstlenmeleri için gerekli çalışmaların yapılması ve böylece medya okuryazarlığında bir öğrenciden bir aileye erişilmesi. Dersin MEB tarafından zorunlu dersler arasına alınması.''



RTÜK Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun, dersin yaygınlaştırılması ve içeriğinin geliştirilmesi konusunda üzerlerine düşen görevi yapmaya hazır olduklarını sözlerine ekledi.



Konuşmanın ardından Yeni Şafak Gazetesi yazarı Kürşat Bumin tarafından ''Medya Eleştirisi ve Medya Okuryazarlığı Dersinin Önemi'' konulu açılış konferansı verildi. Panel, gün içinde çeşitli konularda düzenlenecek 3 oturumun ardından sona erecek.
kaynak: http://www.t24.com.tr/content/newsdetail.aspx?cat=34&newscode=106043

13 Ekim 2010 Çarşamba

Gülen hareketine samimi bir uyarı

Cüneyt ÜLSEVER/culsever@hurriyet.com.tr



FETHULLAH Gülen Cemaati/Hareketi'ni 28 Şubat sürecinde tanıdım. Hareketin temel vasıflarını: i) formal eğitime ve bilime verilen özel önem, ii) her türlü farklılığa hoşgörü, iii) her koşulda, herkesle diyalog, iv) güzel ahlakın yüceltilmesi, v) tüm partilere aynı mesafede durarak siyaset üstü kalma gayreti olarak algıladım.




Hareketçi dostlarımda engin bir hoşgörü gördüm, demokrasiyi/laikliği yücelten konuşmalarına defalarca tanık oldum.

2007'den sonra ise Gülen Hareketi bana balıklama siyasete girme gayreti içinde gözüktü!

Önemle Ergenekon Davalarında ortaya çıkan hukuk dışı dinlemeler, uyduruk şahitler, iddianamelere ilave edilen yalan/sahte belgelerin arkasında Hareket'e yakın savcı, hâkim ve emniyet mensuplarının olduğu iddiası beni çok rahatsız etti.

Kim düzenledi bilemem ama rahmetli Türkan Saylan'ın evine sabaha karşı yapılan baskın beni sonunda isyan ettirdi.

* * *

Hiç kimse inkâr edemez ki Hanefi Avcı'nın kitabındaki iddialar Fethullah Gülen Hareketi'ne bugüne dek indirilmiş en ağır darbedir.

Sokaktaki insan şimdi Hareketi sorgulamaktadır. Ben şahsen bu konuda kaç defa yolda durdurulup, hatta referandumda “Evet” dediği sohbet sırasında ortaya çıkan insanların samimi soruları ile karşılaştım.

Adının yazılmaması ricası ile, Hareket'e gönül verdiğini beyan eden ama bana sorgulayıcı e-mektup yollayan bir sürü okurum var.

Bence Hareket açısından en önemlisi; Hanefi Avcı'nın Hareket hakkındaki iddialarını sorgulayan Avrupalı ve ABD'li gazeteci sayısının her geçen gün artıyor olmasıdır.

* * *

Hanefi Avcı'nın iddiaları doğru olmayabilir. Belki, tüm iddialar tamamen hayal mahsulüdür, belki de iddialar doğrudur ama Hareket'i hedef gösterirken yanılmaktadır.

Ancak, Avcı'nın iddialarını taşıyan dilekçelerine 9 ay anlamlı bir cevap verilmemesi onun elindeki en büyük kozdur.

Halbuki, iddiaları en başından çürütül(ebil)seydi, kitabı bu kadar dalga etkisi yapmazdı.

İddialar ile ilgili olarak Fethullah Gülen en başında:

“Eğer iddialar doğru ise muhatapların benim dostlarım olması imkânsızdır. Her kimler ki bir başkasını hukuk dışına çıkarak dinliyor, itham ediyorsa onu lanetliyorum” mealli bir açıklama yapabilseydi, iddialar bu kadar alevlenmezdi.

* * *

Tam tersine, bugün itibari ile Hanefi Avcı ve ona destek veren gazetecileri itibarsızlaştırma gayreti içine girilmesi çok kötü geri tepmiştir.

Eline tutuşturulan “Hanefi Avcı aleyhtarı dokümanları” ha bire yayınlayan Nazlı Ilıcak, konuşurken ne dediği katiyen anlaşılmayan Önder Aytaç gibi insanlar Fethullah Gülen Hareketi'ne değil yardımcı olmak, Hareket'i “kumpas kurmakta ısrar eden” bir gayret içinde göstermektedirler.

Milliyetçi-maneviyatçı Hanefi Avcı'nın komünist-terörist örgüte yardım ve yataklık ettiği iddiası ile başlayan itibarsızlaştırma hareketi ne akla ne de vicdana hitap edemediği için daha ilk günden ters tepmiştir.

Üstelik, Hanefi Avcı çok ama çok kötü bir insan olsa bile bu durum onun iddialarını ortadan kaldırmayacaktır!

* * *

Ben eylemleri uluslararası arenada sorgulanmaya başlamak yerine, uluslararası arenada takdir edilmeye devam eden bir Gülen Hareketi görmek istiyorum!
kaynak: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=16019112&yazarid=3&tarih=2010-10-12

12 Ekim 2010 Salı

Cemaat, eleştirenlere acımasızca saldırıyor!

Söyleşi konuğumuz Vatan gazetesi yazarı Ruşen Çakır, İslamcı hareketler konusunda medyada kulak verilen ilk birkaç isimden biri. Gülen hareketi ve Milli Görüş geleneğini “gazetecilik mensubiyeti” ile uzun yıllardır izleyen, halen siyaset danışmanlığını yaptığı NTV’de “Yazı İşleri” programını hazırlayıp sunan Çakır sözünü esirgemeden yanıtladı:




AKP’liler için Hanefi Avcı operasyonuna yönelik homojen bir bakış mümkün mü? Avcı’nın tutuklanmasından sonra cemaate yakın AKP’liler ve mesafeli duranlar arasında nasıl bir zemin oluştu? Fethullah Gülen’in “Nazımızın geçtiği arkadaşlar ses tonlarını yükseltmeseler” sözlerine hangi mercekle bakılmalı? Çakır’a göre Gülen hareketi TSK’dan neyin kopyasını çekiyor, cemaat ne zamandır askerin yaptığını yapıyor? Hareketin bürokratik ömrünü “Hızlı yaşadığı için genç ölecek” diyerek tarif etmek gerçekçi mi? Gülen hareketi ne istiyor? Ruşen Çakır’a göre Hanefi Avcı’nın cemaate bakışındaki yanlışlar ne? Bütün bu gelişmelerin medyadaki karşılığı ne? Ruşen Çakır neden gazetecilik yapmasının engellendiğini söylüyor?

‘AKP’nin Hanefi Avcı’yı KOM’un başına geçirmesi çok önemliydi’
-AKP’de Avcı operasyonuna yönelik homojen bir algı olduğunu söylemek gerçekçi bir tespit mi?
AK Parti’nin Avcı operasyonuna nasıl baktığına dair elimizde çok fazla açık veri yok. En son Sadullah Ergin NTV’ye çıktığında biraz sitem etti Hanefi Avcı’ya. Başbakan da daha önce, kitap çıktığında, kısaca bir şey söylemişti. Tutuklama sonrasında Bülent Arınç’ın kısa bir tepkisi var. Ama Akif Beki’nin Radikal’de yazdığı yazı başlı başına bir işarettir. Şunu biliyoruz; Hanefi Avcı AKP camiasında, özellikle AKP’yi AKP yapan kesimlerin, yıllardır tanıdığı ve büyük ölçüde güvendiği bir isim. Çünkü Avcı, Susurluk dönemi ve esas olarak 28 Şubat sürecinde çok önemli bir rol oynadı. Batı Çalışma Grubu’nu deşifre eden kişilerden biridir. Aynı zamanda milliyetçi muhafazakâr bir gelenekten geliyor. Bu insanların yabancı olmadığı bir kimliği var; yani bir “beyaz Türk” değil. Bu camia “beyaz Türk” olan kişilere karşı daha mesafelidir. Hanefi Avcı onlar gibi birisi yani. Çoğu tanır, hatta kitapta görüyoruz; Başbakan’ın danışmanlarıyla görüştüğünü filan söylüyor. Bunun dışında AKP’lilerin çoğunun Avcı’yı bizzat tanıdığını biliyorum. En önemlisi şu; AKP iktidara geldikten bir süre sonra kızakta olan Hanefi Avcı’yı KOM’un (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı) başına geçirdi. Sabri Uzun’u da istihbaratın başına geçirdi. İktidar en kritik yerlere bu isimleri koydu; bu çok önemli.



-Bu geriye dönük okumanız eşliğinde Gülen hareketi içinden bazı isimlerin, kimliklerini açıklamadan söyledikleri şu açıklamayı nasıl değerlendirirsiniz; “Biz Başbakan’ın ya da İçişleri Bakanı’nın bilgisi olmadan böyle bir şeyin yapılabileceğini kabul etmiyoruz.”



Son yazımda, “Bir hata yapıldı ve bu hatayı yapanlar yüzleşip, faturayı ödemek zorundalar” dedim. Bu tip laflar da faturayı ödemeyi istememe yolunda çıkartılmış rivayetler. Zaten adıyla konuşmuyor insanlar. Ben Hanefi Avcı’nın kitabı yazmasında ya da sonradan başına gelenler konusunda hükümetin parmağı olduğunu sanmıyorum. Hükümetin büyük ölçüde bu olayı şaşkınlıkla izlediğini düşünüyorum.





‘AKP içindeki Kürtlerin cemaatle sorunu olduğunu düşünmüyorum’





-Mesela şu izlenime hak verir misiniz; “AKP içindeki Kürtler, bu kitabın içeriği vesilesiyle Hanefi Avcı operasyonundan son derece rahatsız?



Çok spekülatif alanlarda dolaşıyorsunuz. Bunların cazip alanlar olduğunun farkındayım. Spekülasyonları derinleştirmek istemem ama AKP içindeki Kürtlerin Fethullah Gülen cemaatiyle sorunu olduğu, konusunda bir gözlemim yok. Mesela KCK operasyonu fikrinin nereden çıktığını hepimiz biliyoruz. Bu fikrin çıktığı yer büyük ölçüde Gülen cemaatine yakın birtakım düşünce grupları, birtakım kuruluşların “strateji uzmanları” v.s. Ve ilginçtir, gördüğüm kadarıyla, AKP içindeki Kürtlerin büyük bir kısmı, bu KCK operasyonun kendileri için hayırlı olacağına inandılar. Kendileriyle bunu tartıştığım için biliyorum. Bu kadar stratejik bir olayda beraber hareket ettiler. Dolayısıyla da ben “AKP içindeki Kürtler cemaatten hoşlanmadığı için Avcı operasyonundan rahatsız” gibi bir şey olduğunu sanmıyorum. Şu kesin; referandumun hemen öncesinde böyle bir kitabın çıkması hükümeti çok rahatsız etti.





‘Avcı’nın kitabında hükümet parmağı olduğunu sanmıyorum’





-Peki şaşırdılar mı sizce?



Şaşırdılar ve rahatsız oldular diyebilirim. Referandum boyunca Fethullah Gülen cemaatinin AKP’ye ve “evet”e aşırı derecede angaje olduğu bir ortamda çıkan bu kitap, AKP’yi derinden rahatsız etti. Sonuç olarak bu kitaba herhangi bir empati ya da sempati göstermeleri beklenemezdi. Ben açıkçası Hanefi Avcı’nın kitabın yayımlanma tarihi konusunda özellikle “referandum hesabı” yaptığını zannetmiyorum. Onun hesabı olsa olsa kendiyle ilgili taşıdığı birtakım kaygılar nedeniyle kitabı bir an önce çıkartmak olabilir. O anlamda Hanefi Avcı’nın kitabında hükümet parmağı olduğunu hiç sanmıyorum.





Askerle cemaat arasındaki savaşın kum torbası AKP





-Aslında bizim daha çok sorguladığımız şu; Baykal’ın kaset olayından sonra AKP içindeki Gülen cemaatine mesafeli duran isimleri düşünün. Örneğin Ayşe Böhürler, cemaat için “O zaman parti kursunlar” demişti. Şimdi Avcı operasyonundan sonra cemaate yakın duran AKP’liler ve mesafeli olanlar arasında nasıl bir zemin var?



Birkaç yıl önce AKP’li bir isimden duymuştum. “Askerle cemaat arasında bir siper savaşı var. Her ikisinin de kum torbası biziz” demişti. Bu cümle aslında her şeyi çok güzel özetliyor. Türkiye’de üçlü bir iktidar savaşı var. Sadece asker, hükümet kavgası değil olanlar. Bu bir üçgen. Ve ısrarla söylüyorum; AKP’nin pozisyonu cemaatle yan yana diye bir şey yok. Dönem dönem değişiyor.





‘Başbakan’ın okyanus ötesi teşekkürü, cemaatte bazılarını rahatsız etti’





Mesela referandum öncesinde çok yan yana durdular. Başbakan ilk defa açıkça teşekkür etti. Ama Başbakan’ın Fethullah Gülen’e adı yerine “okyanus ötesi” diyerek hitap etmesinin de cemaatteki bazı insanları rahatsız ettiğini biliyorum. Şurası bir gerçek; Milli Görüş hareketi ile Fethullah Gülen hareketi birbirine çok uzaktır. Ben, kardeş değil olsa olsa kuzen olurlar, diyorum. Tayyip Erdoğan gibi Milli Görüş’te pişmiş biriyle Fethullah Gülen hareketinde pişmiş öne çıkan birinin hamurları çok farklıdır. Bu karmada birbirlerine karşı güvensizlik vardır. Bunun kökenlerini İslam tarihindeki tarikat-medrese farklılığına götürenler bile var ama ben o kadar uzağa gitmiyorum.





‘Gülen hareketi, Refah’ın önünü kesebilecek bir alternatif olarak düşünüldü’





Aralarındaki güvensizlik 1970’lerden Milli Nizam Partisi’nden beri olan bir şeydir. Fethullah Gülen’in Nurculuk hareketinden ayrıldıktan sonra en çok mücadele ettiği şeylerden biri Erbakan çizgisi, Milli Görüş çizgisidir. Bu rahatsız edicidir. Hatırlayın; Fethullah Gülen’in hemen hemen her liderle resmi vardır ama Erbakan ile tek resmi bile yoktur. Yine hatırlayın; Fethullah Gülen ilk büyük çıkışını Refah’ın yükselişi döneminde yaptı. Yönetici elitler Fethullah Gülen hareketini yükselen Refah’ın önünü kesebilecek bir alternatif olarak düşünüp ona çok büyük bir destek verdiler. Özellikle medyada. 1990 başlarını hatırlayın, o dönemin ertesinde 28 Şubat ilk başladığında Fethullah Gülen safını askerden yana koydu.





‘Fethullah Gülen, 28 Şubat konusunda net bir özür dilemeli’





-Mustafa Yeşil T24’e verdiği söyleşide, Fethullah Gülen’in 28 Şubat döneminde Erbakan’a yönelik sözlerinden pişman olduğunu söylemişti.



Fethullah Gülen’in kendi ağzından “Ben Erbakan’a ayıp ettim” diye bir lafı var mı?



-Fethullah Gülen’in 28 Şubat ve Erbakan’a yönelik pişmanlığını dile getiren isim, cemaatin “kurumsal yüzü” olarak kabul gören Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı'nın Başkanı Mustafa Yeşil’di. Siz özellikle “Fethullah Gülen’in kendi ağzından bir laf var mı?” diye neden sordunuz?



Yalçın Doğan’ın o programını bugün internete girip bulursunuz ama Fethullah Gülen’in “Bu yaptığım iyi olmadı” dediğini bir yerden bulamazsınız. Ancak birisi size aktarır. Arada büyük fark var. Hoca yanlış yaptığını düşünebilir ama Hoca yaptığı yanlışın netliğinde bu yanlışı söylemeli. Kanal D’ye çıkıp milyonlarca izleyicinin önünde “28 Şubat’a destek” şeklinde yorumlanabilecek sözler söyleyen birinin özrü dolaylı olmamalı. Aynı netlikte, açıklıkta bir televizyon kanalında ya da başka yerde kendi sesinden “ Ben 28 Şubat’ta böyle böyle demiştim. Bu yanlıştı, birilerini incittiysem özür dilerim” demesi lazım.





‘Gülen’in sözünün geçtiği tek yer cemaatin yayın organları değil’





-Tam burada güncelleyerek Hüseyin Gülerce’nin yazısındaki “Nazımızın geçtiği arkadaşlar lütfen ses tonunu yükseltmesin” sözünü soralım. Fethullah Gülen, Zaman gazetesi, Samanyolu TV v.s. buralardaki yayınları agresif bulduğu için mi bunu söyledi?



Bir kere Gülen’in sözünün geçtiği yerlerin sınırı çok geniş. Hanefi Avcı olayının medyada nasıl kabul edildiğine ve edilmediğine dikkat ederseniz, sözünün sadece cemaatin yayın organı olarak bildiğimiz yerlerde değil, başka yerlerde de geçtiğini görürüz. Mesela Cüneyt Özdemir CNN Türk’teki o programı (Hanefi Avcı söyleşini kast ediyor) niye yapamadı? CNN Türk cemaatin yayın organı mı? Ayşenur Aslan’a söyledi; “Yönetim yapmamı istemedi” dedi. CNN Türk yönetimi niye Hanefi Avcı’nın kitaptan sonraki ilk röportajını, bomba gibi bir gazetecilik olayını yayınlamadan yana olmadı?





‘Hoca, nazımızın geçtiği arkadaşlar iftira atmasın, demeli’





-Yine alıntılayarak soralım; "Yazarlar, yayın yöneticileri, televizyonlarda program yapanlar, nazımızın geçtiği arkadaşlar ses tonlarını yükseltmeseler.” Gülen’in sözlerine hangi mercekle bakmak gerek?



Ben Hoca’nın orada şunu da söylemesini isterdim. “Nazımız geçen arkadaşlar kimse hakkında yalan uydurmasın, iftira atmasın!” Bunu da desin Hoca. Benim şikâyetim şu; mesela Hüseyin Gülerce’nin dünkü yazısı, o doğru değildi, ama ben bunu Hüseyin Gülerce ile tartışırım.



-Arı yazısı mı?



Evet. Ben bunu Hüseyin Bey ile tartışırım. Ama birtakım internet siteleri, cemaatle bağlarını bildiğimiz siteler, benim ve başkalarının hakkında yalanlar iftiralar attığı zaman ben bunun nesini tartışabilirim? Hoca’nın öncelikle bu tür ahlaksızlıkların önüne geçmesi lazım. “Ses yükseltmeseler” ne kelime! İnsanların üzerinde tamamen bir dezenformasyon kampanyası götürülüyor. İftiralar atılıyor.



-Size yönelik iftira nedir?



Benim yazılarımı polis şeflerinin yazdığını iddia ettiler, daha sonra da polis şefinin kitabını benim yazdığını iddia ettiler.





‘Fethullah Gülen yalan haberlere neden engel olmuyor?’





-Hangi polis şefi, Hanefi Avcı mı?



Mesela bir yere bakıyorsunuz; Hanefi Avcı’nın kitabıyla ilgili yazdığım analizleri Sabri Uzun yazmış. Daha sonra da Hanefi Avcı’nın kitabını ben yazmışım! Şimdi bunların hepsinin yalan olduğunu herhalde Fethullah Gülen de biliyordur. Ama bu yalanları niye o sitelerde dolaştırıyorlar? Bunların dolaşmasına niye engel olmuyorlar? Bu yalanlar üzerinden niye insanları sindirmek istiyorlar? Savcıların gazetecilere dava açmasından daha pis bir şey söz konusu. Savcılar size dava açtığında, mahkemeye gidiyorsunuz kendinizi savunuyorsunuz. Ben burada kime karşı, neyi savunacağım? İnsanları yıldırmak için faşizan yöntemler kullanılıyor. Önce onları engellesinler. Burada sorun tartışmanın yüksek sesle olması değil. Ortada bir tartışma yok. Hanefi Avcı tartışmasında Devrimci Karargâh’tan başka şey var mı?





‘Cemaatte Gülen’e rağmen hiçbir büyük adım atılamaz’





-Fethullah Gülen, Zaman, Samanyolu v.s., bu yayınları kontrol edemiyor mu?



Etmez olur mu? Hepsini çok ciddi bir şekilde. Cemaat, Fethullah Gülen’den habersiz büyük adım atmaz. Cemaatin en büyük özelliği budur, bugüne gelebilmişse bu sayede gelmiştir. Böyle bir Hanefi Avcı olayı, seçimlerde alınacak tavır, filan bakana bakış, şu partiye yönelik yayın, mesela MHP, bunlar Fethullah Gülen’in bilgisi ve rızası olmadan yapılamaz. Böyle bir yapı söz konusu bile olamaz. Fethullah Gülen bu hareketin “ruhani lideri” değil, bu hareketin her şeyidir. Başı ve sonu. Tabii bi cemaatin içinde farklı düşünen insanlar olmadığı anlamına gelmez. Ama bu harekette Fethullah Gülen’e rağmen, Gülen’in bilgisi dışında, kimse büyük adım atamaz. Atarsa da gücü kalmaz. Değişik dönemlerde, değişik insanlar çıktı indi hareketin içinde.



-Kim onlar?



İsimleri önemli değil. Kendi başına hareket ettiği ya da inisiyatif aldığı için etkisi azaldığı söylenen insanlar var. Bu bir gerçek.



-Siz mesela Gülen’in “90’lı yıllardaki diyalog sürecindeki gibi kucaklaşsak” sözlerini nasıl okudunuz?



Bunlar güzel laflar. Bakın ben bu cemaate kimsenin gitmediği zamanlarda bu hareketi izlemeye başladım, Abant Toplantıları’na kimsenin katılmadığı zamanlarda giden, bu konuda haber yapan bir kişiyim. Ama mesela cemaatin yurtdışındaki hiçbir okuluna gitmedim. Çünkü kendim gitmek istedim, onlar pek uygun görmediler.





‘Üç gün önce görüşmek istedim, kabul etmediler’





-Basın gezisi gibi değil, çalıştığınız kurumun olanaklarını kullanarak mı gitmek istediniz?



Evet, ben gazetecilik yapmak istedim. Mesela Washington’daki ilk Abant Toplantısı’na tartışmacı katılımcı olarak katılmıştım. Uçak ve otel paramı da kurumum vermişti. Galiba bir tek ben yaptım bunu. Okullar için aynı talepte bulunduğumda ise onay vermediler. Daha sonra da kendi düzenledikleri gezilere de çağırmadılar. Mesela bu son dönemde görüşmek istedim. “Görüşmek için uygun değil” dediler.



-Kiminle görüşmek istediniz?



İsimlerin önemi yok. Benim derdim haber yapmak filan değildi. Sohbet etmek istedim. Daha önce defalarca yaptık bunu. Bundan üç dört gün önce aradım, “Şu an zaman olarak uygun değil” dediler.





‘Psikolojik savaş üslubunu bıraksınlar, cemaat TSK’nın yaptığını yapıyor’





-Siz üç dört gün önce “Fethullah Gülen’den habersiz adım atılamayacağını” yazdınız. Fakat bunu ilk kez söylemediniz?



Evet, zaten bu Amerika’nın keşfi değil. Bu cemaati objektif biçimde çalışan her insan bunu bilir. Tabii ki her yapı, her şahsın hareket içinde özgül ağırlığı vardır. Şimdi benim söylediğim şu; artık bir an önce bu psikolojik savaş üslubunu bıraksınlar. Fethullah Gülen’in, hareketin yaptıkları TSK’nın yıllardır yaptığı ve iflas eden stratejinin aynısı. Askerden gördüklerinin aynısını yapıyorlar. Asker web sayfası yapıyor, onlar da kuruyor. Asker karalamak için gazetecileri “bizden olanlar- olmayanlar” diye fişliyor, burada da kimi gazeteciye “al gülüm ver gülüm” ilişkisi, kimine iftira! Yani buradan çok fazla şekilde kopya çekildiğini düşünüyorum. Bunu yapmasınlar. Bu, ne Türkiye’nin açık toplum olmasına katkıda bulunur, ne de kendilerine. Türkiye’de yakın bir zamana kadar TSK asla yenilemez görülüyordu. Şimdi süngüsü düşmüş bir TSK var. Bunun en büyük nedeni şeffaflık yerine askerin bu tür yollara başvurmasıydı.





‘Cemaatin de şeffaflığı tercih etmesi lazım’





Cemaatin de şeffaflığı tercih etmesi lazım. Kendisine karşı olan, eleştiren, mesafeli duran kesimlere ikna yoluna gitmesi gerek. Harekete karşı olan insanları yıldırmaya yönelik birtakım yöntemlere giren insanları durdurmaları lazım. İnsanların özel hayatlarıyla uğraşmamaları lazım. Hatırlayın; Ergenekon sürecinde yayınlanan bir yığın telefon görüşmesi. İlhan Selçuk’un Fashion TV seyrediyor olmasının bizimle ne alakası var? Ama bunu yayımladılar. Bu herkesin başına geldi. İlhan Selçuk’un Ergenekon üyesi olup olmadığını tartışacağımız yerde seyrettiği televizyon kanalını bize servis ediyorlar. Güler Kömürcü’nün başına gelenler keza. Birçok kişi bunu yaşadı. Bunların birçoğu siyasal görüş olarak çok uzak olduğum insanlar. Ama sonuçta anayasal bir teminat altında olmamız gerek. Fakat öyle değil, özel hayatın gizliliği diye bir şey yok. Bunların çoğu yasal dinlemeler ama bu yasal dinlemeler yasanın sınırları dışında kullanıma açılıyor.



-Hareket içinde mesela bugün “Hanefi Avcı’nın özel hayatından bize ne” diyerek cemaatin yayınlarındaki üsluptan rahatsız olanlar yok mudur?



Şunu söyleyebilirim ki, şu anda yaşanan birçok şey, birçok insanın bu harekete katılmasındaki temel motivasyonlarıyla çelişki arz ediyor. Bu, bütün hareketlerde böyledir. PKK’ya katılan bir çocuğun ilk duygularıyla, beş yıl dağda kaldıktan sonraki duygularında çok farklılık oluyor. Burada bir ahlak hareketi var, bu bir dinsel hareket.





‘Avcı’ya çok kızgınlar, yapılan yanlışları görseler bile göz yumabilirler’





-O halde örneğin “ahlak zabıtalığı yönündeki” yayınlara özellikle “cemaatin ortodoksları”ndan eleştiri var mıdır?



Hanefi Avcı’ya çok kızgınlar. Televizyona onu çıkarttığım için bana da kızdıklarını anlıyorum. Bu kızgınlık nedeniyle yapılan birtakım şeylerin yanlış olduklarını görseler bile göz yuma bilirler. Çünkü sahiden kızgınlar. Gördünüz Hanefi Avcı’yı uyuyan hücre yapanlar, esas Ergenekoncu yapanlar… Şunu yine söyleyeceğim; tüm cemaatlerde olduğu gibi bu cemaate de insanlar Allah rızası için giriyorlar. Buna eminim. Kimse insanlara kötülük yapmak için bir cemaate girmez. Ama daha sonra her grup, her cemaat, her siyasi çevre kendi varlığını sağlamak için başlangıç ilkelerinden feragat edebiliyor.





‘Yayınlarındaki acımasız saldırganlık ve arı imajı örtüşmüyor’





-Şimdi Gülen’in “Yunus edasıyla, üzerimize sopa ile gelene kollarımızı açsak” sözlerini bir “özeleştiri” gibi yorumlanabilir mi?



Şimdi Fethullah Gülen Hoca’nın bu söylemleri ile yapılan yayınlardaki tutumun örtüşmediği açık. Arı için gözyaşı döken bir insanın, ki olabilir ben bunu yapmamıştır demiyorum, başka şeyler için de hassasiyetleri olması gerek. Vardır da. Ama burada kızgınlıkla beraber, “Bunlar bizim aleyhimize bilmem ne yapıyor” diye düşünerek çok acımasız bir saldırganlık var. Bu durum, bir arı için ağlayan Fethullah Gülen imajıyla hiç örtüşmüyor. Bakıyorsunuz yayın organlarına, o kadar saldırgan üsluplar var ki.



-Siz tam olarak hangi yayınlardan bahsediyorsunuz?



İsim vermeyelim.



-O halde onlar da size, “Herhalde Hocaefendi’nin bize şu haberi yapın diyecek hali yok!” derse?



Elbette yok.



-Yani bu yayınların başındaki insanlar inisiyatif mi alıyorlar?



Tabii ki durumdan vazife çıkarıp birtakım haltlar yiyenler olabilir. Ama şöyle de bir şey var. Ben diyorum ki, kardeşim benim gazetecilik yapmamı engellemek istiyorlar, benim üzerimde büyük bir baskı uyguluyorlar. Benim bu yazımı Fethullah Gülen’in bilmemesi diye bir şey olamaz. Kesinlikle biliyordur. Kendimi abartmak için söylemiyorum. Dolayısıyla arı için ağlayan bir insanın, “Bu adam ne diyor?” diyerek bir araştırma yaptırması gerekir ya da “Yalan söylüyor” desin. Mesela Hanefi Avcı, kitabı yazmadan önce, “Tahminimce sizin insanlarınız şöyle işler yapıyor” diyerek Fethullah Gülen’e haber yolladığını açık biçimde söyledi. Hiçbir şey olmadı.





‘Avcı’nın iddiaları doğruysa, bundan kesinlikle Gülen haberdardır’





-Ne olması ihtimal dahilindeydi?



Bakın şu fotoğraf tabii çok kolay olur. Bir yerde dini-ulvi amaçla çalışan bir Hocaefendi ve yanında bütün işleri ibadet olan insanlar var. Ama bunların denetleyemediği, giderek büyüyen bir yapı var. Ve bu yapıdaki birtakım insanlar kendi hesaplarını görüyorlar filan. Şimdi bu, çok kolay olurdu. Ve herkes bundan memnun olurdu. O zaman kendi içerisindeki ayrık otları ayıklaması gerekir, değil mi? Ama böyle bir yapı yok. Eğer iddialar doğruysa, adliyede, poliste bir cemaat örgütlenmesi varsa ve bu cemaat örgütlenmesi kendilerine engel çıkardığını düşündükleri kişileri tasfiye etmek için her türlü yola başvuruyorsa, bakın “eğer” diyorum. Kesinlikle ve kesinlikle Fethullah Gülen bundan haberdardır. Başka türlü olamaz.





‘Soros muhabbetini yapanlar, düne kadar ulusalcılardı’





-“Gazetecilik yapmam engelleniyor” dediniz. Bunu madde madde somutlaştırır mısınız?



Bunu yapan insanlara önem atfetmek istemiyorum. Ama vurguluyorum; bir tarafta gazetecilik yapmak isteyen insanlar var, bir tarafta da psikolojik hareketle bunları sindirmek isteyenler var. Geçmişte bunu asker yapıyordu, derin devlet yapıyordu. Bugün yine onlar yapmak istiyor olabilirler ama bugün bir de böyle bir şey var. Bir örnek; ben TESEV’le çalıştım, orada raporlar yazdım. Hanefi Avcı’ya sahip çıkmamın nedeni TESEV raporları olabilir mi? Çünkü TESEV’i Soros fonluyormuş! Şimdi Hanefi Avcı sorosçu oldu! Soros muhabbetini yapanlar, düne kadar ulusalcılardı. Şimdi aynı dili kullanıyorlar.





‘Hanefi Avcı ve Türkan Saylan’ın tutuklanması stratejik fiyasko’





-Hanefi Avcı ve Türkan Saylan’ın tutuklanmasını “aynı şey” diyerek, “ciddi bir stratejik fiyasko” olarak değerlendirdiniz. Her iki olay için adres olarak gösterdiğiniz zemin cemaat oldu?



“Odaklar” dedim. İsteyen istediği gibi anlasın. Aynı odak olduğu kesin. Burada iki ayrı insan var. Ve bu kişiler, bu odakların kendilerine engel gördüğü isimler. Ama yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Mücadele etmek istedikleri kişilerin değerini arttırdılar. Ve kendilerinin o güne kadar yaptığı birçok şeyin üzerine de gölge düşürdüler. Türkan Saylan olayına kadar Ergenekon olayına mesafeli bakmayanlar bile Türkan Hanım’ın el salladığı o fotoğraflarla beraber, “Ya ne oluyoruz?” dediler. Şimdi beş yüz bin satan, korsanıyla da sayarsak, bir milyona yakın satan bir kitap söz konusu. Bir polis şefi kitap yazacak, bir milyon satacak? Neden bu kadar ilgi gördü, sattı? Cevap, yaptıkları stratejinin yanlış olduğunu gösteriyor.





‘Yanılmışım, Şemdinli İddianamesi cemaat için milatmış’





-Siz, “Cemaat, askerin yaptığının aynısını yapıyor” diyorsunuz. Peki bu “strateji” cemaatin medyası ya da hareket için yeni mi? Dört yıl önce böyle bir tarz var mıydı? Söylediğiniz bu yöntemin Gülen hareketi için miladı ne?



Belki Şemdinli İddianamesi’dir. O dönem ben Amerika’daydım. O zaman “Bunu cemaat mi yaptı?” tartışmaları yapılırken, “Bunu cemaat yapmış olamaz” diye yazmıştım. Çünkü cemaatin o zamanki stratejisinden çok farklı bir şeydi. Cemaat askerle doğrudan kapışmaya vs. girmezdi, girmemişti. Hatta o yazımdan dolayı da çok tebrik almıştım. Ama sonra olanlar, sanki ben o yazımda yanılmışım gibi geliyor. O yazımın doğru olmayabileceğini düşünüyorum.



-Ne açıdan?



Galiba Şemdinli İddianamesi bir anlamda milatmış. Ben o zaman, “Fethullah Gülen cemaati bu açıklıkta bir meydan okuyuşuna girmez” yazmıştım. Ama şimdi baktığımda, “Galiba ben yanılmışım, o bir başlangıçmış” diyorum.



-Hanefi Avcı’nın kitabıyla gündeminiz değişmiş gibi?



Bu çok yoğun bir süreç. Eğer bu kitaba yönelik medyadaki refleks Batı medyasında olduğu gibi olsaydı, benim gündemim filan değişmezdi, bu olay benim ve birkaç kişinin üzerine kalmazdı





‘Cemaat bürokraside hızlı bir çıkış yapmadı, 20 yıldır deniyorlar’





-Avcı tartışmasının medyada yer alışını soracağız. Fakat şunu konuşmaya devam edelim; Hanefi Avcı’nın kitabını okuyarak, şu tespiti yapan bir akla “doğru” der misiniz; “Hanefi Avcı Nakşiliğin ağır ve seçkinci ilerleyen geleneği ile tezat oluşturmaya başlayan Gülen hareketinin bürokrasideki hızlı çıkışından da rahatsız?”



Hızlı bir çıkış yok. (Kitaplığına giderek, 20 yıl önce yazdığı Ayet ve Slogan kitabını arıyor)



-O zaman size göre cemaatin bürokratik ömrünü “Hızlı yaşadığı için genç ölecek” diyerek tarif etmek de gerçekçi değil?



Öyle bir hız yok. Ben bu kitabı 20 yıl önce yazdım. (Elindeki kitaptan bir sayfa arıyor) Şu ara başlık, “Sessiz ve derinden” , 20 yıl öncesine ait. (Kitaptan okuyor) Fethullahçılar öğrenim çağındaki gençleri temel alan tebliğ çalışmaları sonucunda nice babayiğit yetiştirmiş durumda. Babayiğit Fethullah Gülen’in lafıdır. Devlete babayiğit kadrolar yetiştirmek, derler. Kadrolarını devletin hizmetine koşmayı yeğleyen bu cemaat aynı zamanda çok geniş mali olanaklara sahip. İleride bir gün kendine güveni geldiğinde cemaatin siyasi iktidara talip olmak isteyebileceği teorik olarak varsayılabilir. Ancak kuru ajitasyonlar, spekülatif argümanlarla kişi kültürüne koyu bir bağlılıkla yetiştirilen bu kadrolarla ne kadar yürünebileceği şüphelidir. Yani devlette kadrolaşma v.s, bunlar benim yeni söylediğim şeyler değil. Fethullah Gülen hareketinin ortaya çıkışı 1970 başlarıdır, yani hızlı bir çıkış filan yok. “Zamanı gelme” konseptiyle birtakım şartların olgunlaştığını düşünerek cüretle bir challenge (mücadele) içine girdiler. Olay budur. Buna hazırlanmış demek ki cemaat. Hanefi Avcı ne yaptı, ne etti; bilmiyorum. Ama Hanefi Avcı’nın cemaate bakışı içerisinde bence yanlış yerler de var.





Ruşen Çakır’a göre Hanefi Avcı’nın cemaate bakışındaki yanlışlıklar





-Nedir onlar?



Mesela cemaatin Ergenekon soruşturmasına çok hâkim olması nedeniyle Ergenekon soruşturmasına yönelik çok aşırı tutumları var. Yer yer Ergenekoncuları aklar gibi. Mesela Danıştay saldırısına bakışı. Burada Avcı hakkında şöyle düşünüyorum; cemaate tepkisi cemaatin yaptığı her şeye yönelik bir tepkiye dönüşebilir. Şurası doğru; kendisine, arkadaşlarına bu kadar komplo yaptığını düşünen bir yapının varlığına inanan birinin Ergenekon soruşturmasında da birtakım komplolar araması anlaşılır bir şey. Avcı, “Bana bunu yapan biri kim bilir başkalarına neler yapıyordur?” diyor. Bunu ben de diyorum açıkçası.



-Neden?



Ben kendini savunma imkânı olan biriyim. Haftada beş gün televizyonda program yapan, gazetede yazı yazan bir gazeteciye bu iftiraları atan insanlar, kendi halindeki insanlara kim bilir neler yapıyordur, diye düşünüyorum. Teorik olarak aklımda bu soru var. Bu anlamda yaptıkları çok yanlış.





‘Salaksın kusura bakma, hatayla yüzleşip faturayı ödeyin’





-Avcı operasyonundan sonra şu da dillendirildi, “Biz aptal mıyız kendimize zarar vermek için neden böyle bir operasyon yapalım?”



Evet. Bunun cevabı budur. Beni kimse böyle kandıramaz. Bu çok oluyor. Hata yapıyor, “Ben salak mıyım bu hatayı yapayım?” diyor. Salaksın kusura bakma. Hata yapmadan önce düşünecektin. Hatanızla yüzleşip faturanızı ödeyin. Başkasının üstüne yıkmayın. Hanefi Avcı’nın tutuklaması cemaatin aleyhine oldu. Herkes bu konuda hemfikir. Ama biz buradan şunu çıkartamayız; demek ki cemaat bunu yapmadı!





‘Laikliği ortadan kaldırmak değil, daha etkili oldukları bir devlet istiyorlar’





-Hareket nereye gitmek istiyor?



Bunu çok kişi soruyor, kendilerine sormak gerek. Hiçbir yere gidemez. Türkiye’nin laik, demokratik yapısı hiçbir şekilde bozulamaz. Bu hareketin de laikliği, demokrasiyi ortadan kaldırmak istediğini sanmıyorum. Kendilerini güçlü kılmak istiyorlar, daha etkili oldukları dindar bir devlet arzuluyor olabilirler.





‘Hoca buraya gelsin, gizliliğin avantajlarını kullanmasın’





-Birkaç yıl önce bu yazdıklarınızı ve söylediklerinizi düşünebileceğinizi öngörür müydünüz?



Bu kadar güçleneceklerini öngördüm. Ama şu yaptıkları hataları yapacaklarını beklemiyordum. Çok hata yapmaya başladılar. Ama büyüyen bütün hareketlerin böyle zaafları var. Ben hiçbir cemaate düşman olmuş biri değilim. Ama şeffaf olsunlar. Bunu yıllardır yazıp çiziyorum, açık olsunlar. Bir eleştiri, şikâyet olduğunda insanlar kime ileteceğini bilsin. Siyasi partiler gibi açık olsunlar. Bugün bir partide bir sorun oluyor, gazeteci olarak genel başkana soruyorsunuz. Bir kere Hoca gelsin buraya. Ortada olsun. Bu gizliliğin, bilinemezliğin verdiği avantajları kullanmasın.



-Hareket içindeki insanlar, “Fethullah Gülen’in Türkiye’nin selameti için dönmediğini” söylüyor?



Hiçbir zararı olmaz aksine yararı olur. Güvenlik tedbirlerini alsınlar, gelsin. Ne sorunu olacak; bir uçağa biniyorsun geliyorsun. Hakkında dava kalmadı, bir şey yok. En fazla sevmeyenlerin tepkisini çeker. O da zaten hep var.



-Seçim öncesi Gülen’in Türkiye dönmesi AKP için bir “fatura” olabilir mi?



Hükümet yüzünden gelmiyor diye bir şey olamaz. Gelmek istese gelir zaten. Anlaşılan gelmek istemiyor. Ben gelmesini ve ortada olmasını isterim.





‘Kendimizi kandırmayalım, gazetecilik bitti’





-Medyayı da konuşalım; Avcı operasyonu, gazetecilik ve cinnet desek?



Başka bir şey var orada.



-Ne var?



“Taraf olmayan bertaraf olur” lafını herkes bu kadar bellerse işte bu olur. Geçen gün gece 11’de kayınvalidem aradı. Habertürk’te bir tartışma varmış, “Senden bahsediyorlar, Hanefi Avcı’nın kitabı yazmışsın” dedi. Eşimle, Müge’yle (Müge İplikçi Vatan gazetesi yazarı) açtık hemen. Aynı anda beş kişi birden bağırıyor, ortada moderatör olduğu iddia edilen bir kız var. Bağırış arttıkça, “reklamlara girelim” gibi bir şeyler söylüyor.



-O programdan şu alıntıları yaparak soralım o halde; “O lafları senin (Şamil Tayyar Nedim Şener’e söyledi) ağzına sokarım. Korkma ablacım (Önder Aytaç Belma Akçura’ya söyledi) Hanefi Avcı’nın kitabını yazanların arasında senin adın yok.” Örnekleri çoğaltmak mümkün fakat soru belli; Hanefi Avcı operasyonu gazetecilerin hangi düğmesine bastı?



Bu iş bitti artık, gazetecilik bitti, biz uzatmaları oynuyoruz. Kendimizi kandırmayalım. Benim gazetecilikte özgürlüklerden, şeffaflıktan yana sistemli bir duruşum oldu. Dün bu duruşta 28 Şubat’ı eleştirdim, bugün bu olayda yine gazetecilik yapıyorum. Fakat şu an beni en çok rahatsız eden şeylerden biri, hayatta hiçbir şekilde benim bu duruşumu paylaşmayan insanların sırf kendileri Fethullah Gülen cemaatine düşman diye şimdi bana destek vermeleri. Ulusalcılar v.s. Benim böyle bir derdim yok, hatta bazı internet sitelerinde yazılarımı alıntıladığında tüylerim diken diken oluyor, çok üzülüyorum. Ben bana gelen gençlerin hepsine “Gazeteciliğe girmeyin” diyorum. Diğer yandan genç çocuklar geldiği zaman görüyorsunuz, haber yapmanın peşinde değil ona, buna çakmanın peşindeler. Böyle acı bir olayla karşı karşıyayız. Buradan dönüş yok, battık. Söyler misiniz; bir gazeteci Hanefi Avcı’nın telefonda konuştuğu gazetecilerin listesini nasıl elde eder? Ben bunu Şamil’e (Şamil Tayyar) de söyledim. Ben Şamil ile, bir gazeteciyle, gazetecilik tartışırım. Ama gazetecilikle ilişkisini bilmediğim hasbelkader bir gazetenin yer açtığı bir polisle ne tartışacağım? Önder Aytaç kim? Bir gazeteciyi, bir polis şefiyle telefonda konuştuğu için suçluyorsun. Suçlama delilini sana bir başka polis şefi veriyor. Bunda çok acayip bir şey var.





‘Hanefi Avcı aradığında iki duygu yaşıyorsunuz; haber ve risk!’





Mesela ben Hanefi Avcı ile Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’nün polis evinde görüştüm. Yanımda benimle birlikte İstanbul’dan gelen iki arkadaşım, Avcı’nın yanında da bir polis arkadaşı vardı. Şimdi bunu sen nereden biliyorsun? Tayfun Hopalı, hayatında hiç görmediği Hanefi Avcı’yı kitap çıktıktan sonra haber yapmak için telefon açıyor. Sen de kalkıp, “Kitabı bunlar yazdı” diye sekiz kişilik liste yapıyorsun. O listeyi nasıl oluşturuyorsun; Hanefi Avcı’yı dinleyenlerin verdikleri dökümle! Kim bu suçlanan gazeteciler; haber yapmak için Avcı’yı aranlar. Benim şahsen durumum şu; jübilemi pis bir şekilde yapmak istemem. Hayatım boyunca sadece haberden yana taraf oldum. Şimdi Hanefi Avcı olayında yine haberden yana tarafım. Adam sesini duyurmak istiyor, çok basit. Ve burada da gidebileceği yer medyadır. Ama şunu da söyleyeyim, gözaltındayken aradığında, telefonumda kayıtlı bir isim olduğu için, doğal olarak ekranda adını gördüğümde… Ben bu telefona bakmayabilirdim.



-Nasıl?



Sizin arayanın kim olduğunu görüp, cevapsız bıraktığınız aramalar olmuyor mu?



-Herhalde böyle atlatma bir haber için her gazeteci o telefonu açmak isterdi?



Ama benden beklenen şu; açma telefonu. Ya da açtığında, “Şu an müsait değilim” de. Çünkü bu iş maalesef riskli bir iş oldu, Hanefi Avcı aradığı zaman iki duyguyu birden yaşıyorsunuz. 1) Haber! 2) Risk! Oysa haberde risk yok. Ben bütün mahkemelerde bu yaptığımın haber olduğunu anlatırım. Hiçbir mahkeme de beni mahkûm edemez. Ama risk ne; sonradan başıma gelenler bunu anlatıyor. Çok açık söylüyorum; işimi yapmama engel olunmak isteniyor.



-İşinizi yapmanıza kim engel olmak istiyor?



Hanefi Avcı’nın suçladığı kişiler. Bu kadar basit ve açık.
kaynak: http://www.t24.com.tr/haberdetay/104283.aspx