11 Nisan 2019 Perşembe

Din kültürü, oksitosin ve ahlâk

Tamam, içerek öğreneceğiz, subliminal yoldan ezberleyeceğiz, beynimizin back-up'ı alınacak. Şimdi buna bir yenisi daha eklendi: Oksitosin. Ne kadar oksitosin o kadar ahlak. Sıkı durum, BİAT GENİ'ni bulmuş birileri. Kleptomani yani hırsızlık aslında bir hormonal dengesizlik. Yakında “dindarlık hormonu” da bulunur. Alın size yeni bir haber: Kanada'nın McGill Üni'den araştırmacılar yüksek testosteron (erkeklik hormonu) seviyesine sahip erkeklerin daha az dindar olduğunu tesbit etmişler. Adamlar sıkı çalışmış. Şeytan fazla mesai yapıyor olsa gerek şu sıralar!
Buyurun bu çalışma da bizden: Ümit Horozcu 2010'da Tecrübî Araştırmalar Işığında Dindarlık ve Maneviyat ile Ruhsal ve Bedensel Sağlık Arasındaki İlişki, başlıklı bu makalede ülkemizde ve dünyada yapılmış araştırmalar ışığında dindarlık ve maneviyatın ruh ve beden sağlığı üzerindeki etkilerinin gösterilmesi bir makale yazmış. Aslında dikkatli olarak bizde bu konularda doğru düzgün yeni çalışmalara ihtiyaç var. Meydanı boş bırakmışız. Bu araştırmada dindarlık ve sağlık arasında pozitif bir ilişkinin varlığına dikkat çekilmiş.  Bu çalışmaya göre “dindarlık ve maneviyatın ruh ve beden sağlığını olumlu yönde etkilediği anlaşılmaktadır.” “Ruh sağlığı”nın bir şekilde bedensel sağlıkla ilgili olduğuna vurgu yapılıyor. Burada, bana göre “Ruh sağlığı” tanımı doğru değil. Ruh hasta olmaz. Sözkonusu olan akıl, nefs ya da psikolojik açıdan sağlık durumu olsa gerek!
Sizce kan grubu olarak “AB Grubu” mu, “0” grubu insanlar mı daha dindar! Etçiller mi daha dindar otçullar mı? Mesela daha dindar olmak için bir diyet var mı? Tabii, aşağıda göreceğiniz gibi, bu çalışmalarda “din” dedikleri sadece “İslam” değil. “Ahlak” da bildiğiniz “ahlak” değil aslında. Budizm de bir din, “ineğe” hatta “Şeytana tapma” da bir din!? “Kemalizm” de birileri için o kategoriye girebilir mesela. “Şamanizm” de. Bu durumda “ideolojik” kimselerle ilgili de genler, hormonlar olmalı. Bu hesaba göre burçların da bu işte etkisi olmalı. Bu anlayışın sonucuna göre, elbette gelenek, sosyo politik, sosyo ekonomik, sosyo psikolojik etkiler de olmalı. Hatta futbol takımı ya da siyasi parti tercihi de, gen ve hormonların yönlendirmesi ile şekillenmiş olabilir bu durumda.
Bakalım bu seçimde, hangi genetik grub kazanacak” diye düşünmemiz gerekiyor şimdi, bilimsel olarak. Mediada birileri “Cern”deki deneyimi “Tanrı Parçacığı bulundu” diye vermişti. Şimdi birileri “Bilim adına” “Tanrı geni” diye tanımlıyor “Oksitosin”i. 
Yeryüzü tanrısı” olma iddiasındaki, bize ”İlahlık” taslayan birileri, endüstriyel “gıda normları”, daha doğrusu “Gıda Kodeksi”ni, su'yu yeniden tanımlayarak bizi dindar, seküler yapmak için, tarım-hayvancılık ve gıda sanayiini kullanarak sağlık üzerinden bizi “kendilerine kul yapma” gayretine girebilir. Zaten “Modern eğitim”, bu anlamda toplumlara Rablik dayatmasıdır. “Kültür” ve “spor” dedikleri şey de öyle. “Tarih algısı”, “gelecek tasavvuru”nu da değiştirince her şeyi yapabileceklerini sanıyorlar. Media, Müzik, Sinemadan öte siyaset ve STK da kontrollerinde. Tabii sermaye de. Dolayısı ile iş dünyası da kontrollerinde.
Almanya'da Federal Meclis'teki Birlik Partisi başkanı Ralph Brinkhaus, 6 Mart 2019'da “birkaç yıl içinde bir ‘İslam kültürü' ile yetişmiş CDU Şansölyesi hayal edebiliriz” dedi.. Protestan Haber Ajansında  fikrini anlattı. CDU Grup Başkanı 2030'da Müslüman Şansölye olabileceğini söylüyor. Euro İslam'ın “Hristiyan Kültürü”ne çok yabancı bir tarafı olmayacaktır. FETÖ zaten bu hayalin ürünü idi. “Kültür Mantarı” gibi bir “Kültür Müslümanı” burada sözkonusu olan. “Kültür mantarı” derken “istediğiniz boy, renk, lezzet, mineral ve vitamine sahip, geni ile oynanmış bir mantar yetiştiriciliği”nden söz ediyoruz. “Din kültürü” ya da “Kültür milliyetçiliği” dedikleri işte böyle bir şey. Onun için “Kültürel kimlik”in oluşmasında öncelik dil ve eğitime veriliyor. “Aydınlanma” adına da dünya algısı değiştiriliyor, “Yaratılış”ın yerini “türeyiş”, “varoluş” alıyor. “Spor”la fiziki yapınız formatlanıyor. Bizde okullarda okutulan dersin adı “Din Kültürü ve Ahlak”. “Din” onlar için bir “Kültür”. “Ahlak” ise dinden bağımsız, etik ve moral değerlerden oluşuyor.
Gaziantep Üni. Tıp Fakültesi Biyokimya Profesörü Dr. Necat Yılmaz, “Mutluluk Hormonu” olarak bilinen Serotonin'in kalp hastalığı bulunan kişilerde normal insanların 2 misli oranda idrar yolu ile atıldığını tesbit etmiş. Peki burada söz edilen “Mutluluk” bizdeki “Saadet”in karşılığı yoksa “Keyif” ve “Haz” ile mi ilgili. Mesela “Çile”yi nereye koyacağız. Serotonin içeren portakal, domates, süt, hindi eti ve çikolata gibi yiyecekleri daha çok tüketerek daha “mesut” olabilir miyiz!
Tabii doğru beslenelim. Serotonin dengesini koruyalım da! Tamam “evlilik, dindarlık, evcil hayvan sahipliği gibi sosyal bağlantı biçimlerinin kalp hastalığı riskini azaltıyordur.” Ama burada “hangi din” sorusunun bir cevabı var mı? Ya da o “hangi evlilik”. Eşcinsel evliliği buna dahil mi mesela. Sakın bu işin sonunda din vijdanlardan sonra bir de, gen ve hormonlara, toplumsal planda mabetlere hapsedilmeye kalkışılmasın da. Karamsarlık tedavisinde def-i mazarrat için Serotonin tedavisi ya da beslenme diyeti neden olmasın. Ama peki bir sonraki adım! Birileri Darwin ve Freud'a rahmet okutmaya hazırlanıyor sanki!
Oksitosinin, vücudumuzun manevi inanışları destekleyen yollardan biri olduğunu belirledik” diyor ABD'deki Duke Üniversitesi'nde bir grub akademisyen hazırladıkları makalede. Ve ekliyorlar,  daha çok seks yapan erkeklerde oksitosin isimli hormonun daha çok salgılanması nedeniyle Tanrı inancı ve maneviyatta bir yükselme görülüyor. Bu hormon, beyindeki hipotolamus bölgesinde salgılanarak manevi duyguları düzenleyen lobun daha işlevsel olmasını sağlıyor.” Bu durum gayrimeşru ilişkileri de kapsıyor mu aceba! Ya da o nasıl bir dini yönelimi ifade ediyor?
Bakın, başka araştırmalar da var. Haber şöyle: “Dindarlara bir de kötü haberim var: Düşük zeka riski. Dindarlık, düşük zeka ile ilişkilendirildi Frontiers in Psychology'de yayınlanan bir araştırmada, dindarlığın, düşük zekâlılıkla ilişkisi tesbit edildi.” Demek ki, aslında dine karşı bir din daha “zeki”lerin dini! Bu “akademik çalışmalar” sonuçta “din” temelli çalışmaların nereden beslenip, hedeflerinin ne olduğunu açıkça göstermiyor mu? Bunlara göre, eşcinseller evlilerden daha mutlu, neşeli, ve başarılı. “Din” bireyi hayallerini ve fantezilerini test etme ve tatmin konusunda engelliyor. Korkutuyor, caydırıyor ve bastırıyor! “Dindar insanların IQ testlerinde neden genelde düşük skorlar elde edildiğini” açıklamak için Belçika'daki Liège University ve Almanya'daki Saarland University'den araştırmacılar, 63.000'den fazla insanı online ortamda; planlama, akıl yürütme, ilişkilendirme, dikkat ve işler bellek ölçümleri yapan 12 bilişsel görev setini içeren 30 dakikalık bir teste tabi tutmuşlar. Ölçeklerde katılımcılar ayrıca dini inançlarını, agnostik ya da ateist olup olmadıklarını da belirtmişler. Ateistler, yaş ve eğitim gibi demografik faktörleri kontrol ettikten sonra bile dindar katılımcılardan daha iyi performans gösterdikleri görülmüş(!). Agnostiklerin ise bütün görevlerde ateistler ile inançlılar arasında bir yerde bulunmuşlar. Ancak, herhangi bir dini inanca sahip katılımcıların, akıl yürütme ve ilişkilendirme yapabilmeyi gerektiren bütün görevlerde çok daha kötü sonuçlar elde ettiği “bilimsel” olarak tesbit edilmiş!? Prof. Rowthorn ayrıca, Dindarlık, Doğurganlık ve Genler“ arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, geliştirmiş olduğu bu model dindarlığa sebeb olan geninin, gen havuzunda çok hızlı bir şekilde artarak dominant duruma geçeceğini, dolayısı ile dindar nüfusun aşırı bir şekilde artacağını gösteriyor. “Dindarlık geni”nin, birçok seküler ve ateistlerde de çekinik olarak bulunabileceğini söylüyor. Bu çalışma “Proceedings of the The Royal Society B” dergisinde yayınlamış. Şimdi merak ettim işte, AK Parti ve CHP'liler aceba hangi burçtan, hangi baskın gene, kan grubuna ve hormonal dengeye sahip! Bakalım bu durum sandığa nasıl yansıyacak! Oxford Üniversitesinden evrim biyoloğu Prof Dawkins, yeryüzünde bulunan yüzlerce dinin, generasyondan generasyona ebeveynler aracılığı ile aktarılan kültürel bir olgu (Mem) olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Dine yönelim genlerin kontrolünde!”Dawkins'e göre, “evrimsel süreç”te, üremeyi belirleyen genler ile inancı belirleyen genler arasında karşılıklı bir etkileşim sözkonsu.  Ve işte altın vuruş! BİAT GENİ! Tarikatçılık ve düşünsel bağımlılık, “Bilinmezliğin oluşturduğu korkunun, genler tarafından üretilen hormonlar ile bastırılarak, beyin biyokimyasının değişmesine ve kişinin biat etmesine sebeb olur“ diyor Dawkins. Astrobiyolog Carl Sagen'da, Tanrının kapısını çalan bilim“ adlı kitabında “BİAT ETME HORMONU”na fantazi bir isim bile bulmuş ve bu hormona, “Theopin” adını koymuş. Theo: Tanrı, Pin: Hormon! FETÖ'cüleri hapishaneden alıp, hastahaneye kaldırıp tedavi edelim madem öyle! Selâm ve dua ile.

10 Nisan 2019 Çarşamba

"Modernite Aslında Her Şeyi Tersine Döndüren Çok Keskin Bir Kırılmadır"

azar Gökdemir İhsan, "Modernite aslında çok keskin bir kırılmadır. Hatta daha açık ifadeyle, her şeyin tersine döndürülmesidir. Bana çok sorular geliyor. Modernitenin bilimle, teknolojiyle ilgisi yok. Moderniteyi icat eden bireydir. Karakterize eden asıl şey ise benliktir." dedi.
Zeytinburnu Belediyesi'nin kültür sanat etkinlikleri kapsamında düzenlediği "100 Yüze İmza ve Söyleşi" adlı programın konuğu olan İhsan, söyleşide "Modern Kahramanın Düşüşü" adlı kitabı üzerine konuştu.
Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'de gerçekleştirilen, yöneticiliğini Aykut Ertuğrul'un üstlendiği etkinlikte İhsan, kitabında Joseph Campbell'ın geleneksel anlatıda teşhis ederek literatüre eklediği "kahramanın yolculuğunun" modern dönemdeki etabını ele aldığını söyledi.
İhsan, kadim anlatıda teşhis edilen kahramanın beşer seviyesinden kamil seviyesine ulaşan bir kişi olduğuna işaret ederek, "Aslında o kahraman adayı biziz. Sıradan bir insanın, sıradan bir hayat döngüsü içerisinde olağanüstü bir durum ile maceraya atılmasıdır. Bu tekamül yolculuğunu ben 4 katmanda anlatmaya çalışıyorum. Bireysel anlamda psikoloji, toplumsal ilişkiler, teoloji ve metafizik olarak. Ve bunların aslında hiçbirine yabancı da değiliz." diye konuştu.
Kadim anlatıda kahramanın yolculuğunun, ergen bir insandan aydınlanmış bir bilge seviyesine bürünme hali olduğunu belirten İhsan, şöyle devam etti:
"Kadim edebiyat aslında içerikleri farklı olarak sürekli bize bunu anlatıyor. İçeriği basit bir savaş hikayesi ya da bir denizcinin macerası olabilir ama form olarak bahsettiği bu. Hala Amerikan sinemasının takip ettiği form da bu. Mesela bir soygun filmi izlediğimizde, soygunu çok ahlaki bulmasak da, heyecanla başarılı olmalarını bekliyoruz."
- "Moderniteyi karakterize eden şey benliktir"
Gökdemir İhsan, modern çağda, geleneksel dönem insanına göre hikayelerde kahraman faktörünün bir deformasyona uğradığının altını çizerek, "Modernite aslında çok keskin bir kırılmadır. Hatta daha açık ifadeyle her şeyin tersine döndürülmesidir. O yüzden basit bozulmadan değil, terse dönmekten bahsediyoruz. En temel meseleler ise burada insanın varlıkla ilişkisi, insanın Tanrıyla olan ilişkileridir. Bana çok sorular geliyor. Modernitenin bilimle, teknolojiyle ilgisi yok. Moderniteyi icat eden bireydir, karakterize eden asıl şey ise benliktir." dedi.
Modern edebiyatı en karakterize eden eserin ise "Don Kişot" olduğunun altını çizen İhsan, "Don Kişot malumunuz bir şövalye olarak yola çıkmıştı ama epey bir yol aldıktan sonra insanlar tarafından şövalye olmadığına ikna edildi ve evine döndürüldü. İhtiyar bir köylü olarak ölmeye bırakılıyor. Asıl hikaye işte onun yoldan döndürülmesi ile başlıyor." ifadelerini kullandı.
Modern edebiyatta kahramanın yolculuğunun anlamsız hale geldiği yorumunu yapan İhsan, "Daha da ileriye geldiğimizde güncel edebiyatta yolculuk fikir olarak bile yok. Yolculuk değil artık olaysız öyküler yazıyoruz. Tabii bu perspektiften baktığımızda aslında olayın olmaması garip. Yoksa bana göre en güzel hikayeler olay olmayan hikayeler." değerlendirmesinde bulundu.
İhsan, modern anlatı ile kadim anlatı arasındaki farklara da değinerek, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Modern anlatıyı, olumlu anlamda mesela ana akım sinemada kadim anlatının güncellenmiş halini görerek, bir yere ayırıyorum ama bunun dışında roman hakkında konuşmamız gerekirse, modernite gibi aynı şeyi söyleyeceğiz. Roman aslında kahramanın hikayesi değildir, modern bir bireyin hikayesidir. Bir devamlılık arz ettiğini de düşünmüyorum."
Yaklaşık 1 saat süren etkinliğin sonunda dinleyicilerin sorularını yanıtlayan Gökdemir İhsan, daha sonra kitaplarını imzaladı.

İyi yazmak üzerine birkaç not

Yazı dünyasına uzak olduğum yıllarda bile zihnime takılıp duran bir konuydu “iyi” yazmak. Kendi adıma değil, yazar olduğunu iddia edenler adına. Bu takıntı hâli, Türkçenin temel kurallarından yoksun, özensiz, sallapati metinlerin etkisiyle zaman içinde birlikte giderek derinleşti. Zamanla kendimi bu işe o kadar adadım ki dükkân tabelalarından Facebook iletilerine, köşe yazılarından reklâm sms’lerine kadar hemen her şeyi zihnimde otomatikman düzeltmeye başladım. Bu da bir süre sonra canımı sıktı; çünkü sorun baş edemeyeceğim kadar büyüktü. Bu yüzden ben de yalnızca yazar sıfatı taşıyanlara ya da bir şekilde yazıyla mesaisi olanlara yoğunlaşmaya başladım.
Öncelikle şunu söyleyeyim, çok severek okuduklarımız da dâhil olmak üzere piyasadaki birçok köşe yazarı, gazeteci, metin/reklâm yazarı ve senaristin kaleminden çıkan işler teknik olarak oldukça sorunlu. Bu yazıda, okuru zaman zaman isyanın eşiğine getiren hatalardan en sık karşılaştıklarımı aktaracağım.
Basitlik
Henüz yolun başında olan, düşüncelerine güvenmeyen yazarların bilaistisna ortak hatası şu: Cümleleri uzatınca, zincirleme sıfat tamlamalarına, zarflara, akademik terminolojiye boğunca önemli bir şeyler söylemiş hissine kapılıyorlar. Hâlbuki bu, okuru sıkmaktan başka işe yaramaz. Yaşamın giderek hızlandığı bir dünyada hiçbir okur kendisini yavaşlatacak bu tip gereksizliklere yüz vermez. Dolayısıyla fikrinizi yansıtacak cümleleri mümkün olan en yalın halleriyle yazmak zorundasınız.
Bu alışkanlığı edinmek kolay değil. Sade bir cümle yazmak, yazarda alelade konulardan konuşuyor yahut ilköğretim öğrencilerine hitap ediyormuş hissiyatı uyandırır. Çoğu zaman istemsizce daha karmaşık cümleler kurmaya başlarsınız. Ne var ki asıl zorluk fikrinizi basit cümlelerle ifade edebilmektir. Albert Einstein’ın “Bir şeyi basitçe anlatamıyorsanız, konuyu tam olarak anlamamışsınız demektir” dediği söylenir. Fizik dünyası için bu ne derece doğrudur bilmiyorum ama yazarlar için temel bir gerçek olduğu muhakkak.
Bir örnekle devam edelim:
“Şu an her bakımdan hızla küreselleştirilen Batı kültürünün ayartıcı, baştan çıkarıcı, tüketici, düzleştirici, tek tipleştirici, diğer kültürleri ve ifade biçimlerini bastırıcı ve etkisiz hale getirici yürüyüşü, karşısında hiçbir esaslı direniş unsuru bırakmayıncaya kadar sürecek.”
Okur, tek başına bir paragraf oluşturan bu cümlenin öznesine (“Batı kültürünün yürüyüşü”) gelene kadar bir dolu engeli aşmak zorunda. Ayrıca “ayartıcı” ile “baştan çıkarıcı”, “düzleştirici” ile “tek tipleştirici”, “bastırıcı” ile “etkisiz hale getirici” gibi zaten aynı anlama gelen sıfatlar bir arada kullanılmış. Alıntıladığım kısımdan önce bahsedilmiş küreselleşme mevzuu da “Şu an her bakımdan hızla” gibi bir tamlamayla gereksiz yere uzatılmış. Yazının öncesi ve sonrasını da hesaba katarsak, bu cümlenin şu şekilde kurulması gerekiyor:
“Batı kültürünün bu ayartıcı, tüketici, düzleştirici ve diğer kültürleri etkisiz hale getirici küreselleşme yürüyüşü, karşısında hiçbir direniş kalmayıncaya kadar sürecek.”
Emin olun çoğu yazar arzu ettiği güçlü cümleleri ilk denemesinde kuramaz. İyi yazarların önümüze gelen metinlerinin ilk halleri ile son halleri arasında inanamayacağınız kadar çok fark vardır. Çünkü iyi yazarlar cümlelerine bakıp “Ne yazdım ama be!” diye gururlanmak yerine onlarla sürekli didişirler. Öyle ki birçok yazar defalarca elden geçirdikten sonra yayınladığı yazılarında/kitaplarında bile kendince “ölümcül” hatalar bulur.
Basitlik peşinde koşmanız gereken tek yerin cümle inşası olduğu söylenemez. Çoğu kez kelime tercihleri de okuma hızını yavaşlatan ya da okurun ilgisini uzaklaştıran unsurlar olabilir. Şairlerin kelimelere farklı anlamlar yüklemek için günlerce düşünmesi anlaşılabilir bir davranıştır. Ancak aynı arayışa düzyazıda girilemez. Düzyazıda asıl amaç okurun tahayyülünde imgeler oluşturmak değil, net fikirleri net biçimde ifade etmektir. “Usunu yitirmiş divane gibi süzülüp duruyor” ifadesi bir hikâyeye, romana ya da şiire çok yakışabilir, okura zevk verebilir. Fakat bir köşe yazısında bu cümle “Aklını kaçırmış gibi dolanıyor” biçiminde yazılmalıdır. Okurun bir anlığına “Us neydi, divane derken neyi kast ediyor” diye duraklaması, yazının devamını okumama yönünde bir kararla sonuçlanabilir.
Eğer cümlelerinizi kendi başınıza basitleştiremiyor, her bir kelimeyi yavrunuz gibi görüp onlara kıyamıyorsanız, yazılarınızı muhakkak güvendiğiniz birilerine okutun. İyi bir okur (ya da editör) sizin kusursuz zannettiğiniz birçok cümleyi rahatlıkla kesip biçecek, birçok yeri sizin yerinize çöpe atacaktır. “Bu cümleyi nasıl daha basit bir biçimde kurabilirim” sorusu zihninize kök salıncaya kadar kendinize güvenmeyin. Unutmayın, yazmak zor bir iştir ve basit yazmak bu zorluğun en üst derecesidir.
Süreklilik
Sanırım 3-4 sene evveldi, bir akşam Orhan Gencebay’ın konuk olduğu Beyaz Show’u izliyordum. Sohbetin bir yerinde bağlama çalması rica edildiğinde Gencebay, “3-4 aydır sazı elime almadım, bilmem çalabilir miyim” demişti. Bunu duyduğumda aklımdan şunlar geçmişti: “Bu adam çocukluğundan beri, neredeyse 60 yıldır bağlamayı (ve daha başka birçok enstrümanı) üstat seviyesinde çalıyor. 3-4 ay çalmadı diye yeteneği mi kaybolacak?” Gencebay’ın derdinin ne olduğunu, o programı izledikten birkaç ay sonra denk geldiğim bir röportaj sayesinde anladım. Dünyanın en iyi ve en hızlı gitaristlerinden biri olan Steve Vai, performansının zirvesinde olduğu dönemde bile her gün aksatmadan en az 2-3 saat pratik yaptığını, programdan biraz saptığında bunun performansına olumsuz yansıdığını söylüyordu.
Hangi türde olursa olsun yazmaya ara vermeyin. Yazmak oldukça meşakkatli bir iş olduğu için çoğu yazar istemeden de olsa yazma sürecini sekteye uğratır. Dur bir sigara içeyim, dur bir kahve doldurayım, dur iki dakika Twitter’a bakayım gibi bahanelerle kaçmaya çalışmanız normaldir, zira yapılan iş gerçekten ağırdır. Ancak bu kaçışı muhakkak kontrol altına almalı ve sürekli yazmalısınız.
Üslup/Özgünlük
Basitliği sağlamanın yolu elbette “Annem geldi”, “Başbakan konuştu”, “Telefonu açtım” gibi Cin Ali kitapları türünde cümleler kurmaktan geçmiyor. Fazlalıkların atılması, “şık durur” diye eklenmiş gösteriş amaçlı kelimelerin çıkarılmasını kast ediyorum. Ancak böylesi sade bir metin anlaşılırlık yönünden etkili olsa da “kuru” kalacaktır. Dolayısıyla yazar kendisini göstermeli, kendi dilini ve üslûbunu metne yedirmeli. Okuduğum bir düzyazıda yazarın “herkes gibi” yazmaya çalıştığını gördüğümde bir cümle bile ilerleyemiyorum. En fazla şöyle bir göz gezdirmekle yetiniyorum.
Bir üslup tutturmak elbette kolay değil. Fakat size küçük bir ipucu vereyim: Herkesin yoğunlukla kullandığı kelimelerden ve cümle kalıplarından uzak durun. Yazarın kendini öne çıkarması da metne özgünlük katan en önemli unsurlardan biri. Hemen hepimizin yaşam tarzıyla, dinlediği şarkılarla, izlediği filmlerle, gezdiği yerlerle başkalarından ayrılan özellikleri var. Bu özellikleri içeriğe yedirerek öne çıkarmak, başkalarının sıklıkla anlattığı konularla ilgili az bilinen anekdotlara yer vermek metne özgünlük katar. Aksi halde bir yerlerden eline kâğıt tutuşturulmuş gibi başka yüzlerce kimseyle aynı şeyleri yazan bir sekretere dönüşürsünüz.
Akıcılık
Bana okumayı sevdiren, kitaplarla ömür boyu sürecek derin dostluğumun temellerini atan yazar Stephen King’dir. ABD’li romancının inanılmaz hayal gücünü yazıya aktarmadaki becerisi kıskanılacak düzeydedir. Yazarın alametifarikası ise kurgu ve üslubundaki akıcılıktır. Herhangi bir King romanının son 100-150 sayfasına geldiğinizde okuma hızınızın normalin iki katına çıktığını fark eder, isteseniz de kitabı elinizden bırakamazsınız. Elime aldığım ilk kitap böylesi bir akıcılığa sahip olmasaydı okumaya devam eder miydim diye çok sormuşumdur kendime.
Üslubunuz dikkat çekici, cümleleriniz fazlalıklarından arınmış ve anlaşılır olsa dahi yazınız akıcı olmayabilir. Burada iki noktaya dikkat edilmesi gerekiyor. Birincisi, söylemek istediklerinizi daha yazıya başlamadan önce kafanızda derleyip toparlamanız. Ne yazık ki çoğu yazar adayı aklına güzel bir fikir gelir gelmez heyecanına kapılarak onu nasıl işleyeceğini, nelerle besleyeceğini hesap etmeden yazmaya başlıyor. Sonuçta ortaya dağınık, kendini okutmayı başaramayan bir metin çıkıyor. Fikir de doğal olarak o keşmekeşte heba oluyor. Doğaçlama (ya da bilinç akışı) edebiyatta çok güzel sonuçlar doğurabilir ama düzyazıda sistemli hareket etmeyi, kendinize bir yol çizip onun üzerinde yürümeyi alışkanlık haline getirmelisiniz.
İkinci önemli nokta, okurun zihninde “Ben bunu anladım” ışığı çaktırdıktan sonra fikri işlemeye devam etme tehlikesi. Harikulade bir giriş yaptığınız, güçlü cümlelerinizle okuru tavladığınız anlarda tekrara düşmeye başlar ya da okurun zekâsına güvenmeyip örneklerinizi çoğaltırsanız akıcılığa darbe vurursunuz. Hâlbuki bir okur, yazarın mesajını aldıktan sonra konunun daha fazla uzamasına tahammül etmez. Haddinden fazla örnek görmek beni “daha derinden ikna olmuş bir okur” yapmaz, “ilgisini kaybetmek üzere olan bir okur” yapar.
Akıcılık hususunda yazdıklarının okunmasını tavsiye edeceğim iki isim var. İlki, Refik Halid Karay. Yazı alanında oldukça üretken bir hayat yaşayan, hemen her türde eser veren Karay’ın gazete ve dergi yazıları sadelik, üslup ve akıcılık anlamında ders olarak okutulacak kadar iyiler. İkincisiyse Nihat Genç. Genç’in 90’larda Leman’da karınca kadar puntolarla basılan yazılarının uzunluğu gözümü korkuturdu. Ancak daha ilk kelimesiyle birlikte sizi içine alan bu yazılar su gibi akardı, bitirdiğinizde zamanın nasıl geçtiğini anlamazdınız. Bu Urfa’nın güvercinlerini anlatırken de böyle olurdu, birilerine ağız dolusu söverken de.
Bütünlük
Bir yazı, başlığı ve girişiyle neyi anlatmayı vaat ediyorsa onu anlatmalı. Bu temel kural da kimi yazarlar tarafından tıpkı diğerleri gibi sıklıkla görmezden geliniyor. Özellikle siyasi gündem üzerine yazanlarda rastlıyorum: Belli ki yazıya başladıktan sonra yazarın aklına farklı bir konu geliyor, bunun konuyla ilgili olduğunu düşünüyor (ya da içinden “Dur şunu da yazayım ki filan taraf beni linç etmesin” diye geçiriyor) ve yazının akıcılığına balta vurarak bir anda seyri değiştiriyor.
Bir yazar “O kadar kalem varken vatandaş neden benim yazdığımı okumalı” sorusunu kendine sık sık sormalı. Çünkü ben bir okur olarak bunu soruyorum. Modern Türk şiiri üzerine kaleme alınmış bir eleştiride “filanca şairin vukuatları” üzerine bir şeyler söylenmeye başlandığında ya okumayı bırakıyor ya da yazının devamına hızlıca göz atıp geçiyorum.
Konuyu çekici bulduğu için saydığım tüm bu olumsuzluklara katlanarak bir metni baştan sonra dikkatle okuyan sabırlı okuyucular da var elbette. Ne var ki bu tip okuyucu hem çok az, hem de ilgisini yazara değil fikre veriyor. İleride bir gün okuduğu mesele hakkında konuştuğunda “Filanca yazar şunları yazmıştı” demek yerine “Geçenlerde birisi bahsetmişti” diyor, yazarı hatırlamıyor.
Genç bir editör ve eski bir okur olarak yazı camiamızda gördüğüm eksikliklerin büyük kısmını bunlar oluşturuyor. İmlâ konusuna da değinmek isterdim ama Türkçenin genel kuralları hakkında çok sayıda kaynak var, “ben biliyorum” demeyin, açın okuyun. Çünkü “yazı” diye önümüze gelen kimi metinlerdeki çocukça hataların ne sıklıkta tekrarlandığını görseniz ağlarsınız.
Turgay BakırtaşGerçek Hayat dergisi, 4 Haziran 2018

Bedenim Amerika’da kulağım ve kalbim Türkiye’de

Bu yazıyı Amerika’dan yazıyorum. Amerika’da bulunmamın üç ayrı nedeni var. Birincisi “Muslim Mental Health Conference” başlıklı Müslümanların ruh sağlığı alanındaki ihtiyaçlarının teorik ve pratik açıdan tartışıldığı toplantıya katıldım. İkinci olarak çocukluk çağı travmatik yaşantılarının sebep olduğu Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu hakkında bir atölye yapacağım. Üçüncü olarak da Müslüman topluluğa “evlilik güçlendirme eğitimi” uygulayacağım. 
Müslümanların ruh sağlığı toplantısı: Bu yıl 11.’si yapılan bu toplantı Arizona’da gerçekleşti. Toplantının ana destekçisi Michigan Üniversitesi. Toplantı genellikle Amerikan Müslümanları arasında gerçekleşiyor. Az d olsa benim gibi uluslararası katılımcı var. Konuşmacılar da genellikle Müslüman akademisyenlerden oluşuyor. Toplantı bir yandan Müslüman toplulukta ruh sağlığı hizmetlerini geliştirmeye yönelik pratik amaçlar içerirken; öbür taraftan İslami temelli psikoterapi geliştirme çabası gibi teorik çabaları da içeriyor. Örneğin imamlarla yönelik yapılan eğitim ilginçti. Müslüman topluluktaki bazı kişiler sorunlarını ilk önce imamlara götürdüğü bir gerçek. Bu durumda imamların kişiyi ve meselesini ele almada vaka bazlı çalışmalar yapıldı. Hangi durumda danışmanlık yapabilecekleri hangi durumlarda da sevk etmeleri gerektiği senaryolar üzerinden tartışıldı.  Toplantının diğer konuları arasında evlilik ve aile, ebeveynlik, travmatik yaşantılar, ayrımcılığa karşı mücadele ve hak savunuculuğu da var.   
*** 
Meslek gruplarının birlikte çalışma kültürü: Amerikan toplumunda farklı meslek branşlarından kişilerin bir araya gelmesi geleneği daha yerleşik. Bu toplantı da sadece psikiyatr veya psikologların kendi aralarında yaptıkları bir toplantı değildi. Toplantıda psikiyatrlar, klinik psikologlar, psikolojik danışmanlar, sosyal çalışmacılar ve imamlar vardı. Meslek gruplarının kendi ayrı organizasyonları olsa bile beraber çalışması oldukça fazla avantaj doğuruyor. Örneğin imamların eğitimini yapan iki kişiden birinin klinik psikoloji alanında doktorası varken, diğeri ilahiyat alanında eğitimi vardı. İkisi de beraber çakışma deneyimine sahiplerdi. Sundukları vakalarda ikisinin beraber nasıl çalıştıklarını, her birinin sorumlulukları ve sınırlarını ortaya koydular.
Amerika’da imamların rolü: Amerika’da imam kavramı bizden biraz farklı. Müslüman toplulukların cami merkezli örgütlenmesinde imamın önemli bir rolü var. Sonuçta imamın maaşı da topluluk tarafından ödeniyor. İmam da sadece namaz kıldırmayıp, toplumun içinde gerçek bir sosyal aktör rolü üstleniyor. Bu sebeple de imam pozisyonuna gelebilmek için oldukça iyi eğitimli olmak ve toplum tarafından doğal kabul görmek gerekli. Ayrıca dindar Müslümanlar için camiler de sadece namaz kılınan yer değil, toplulukla ilgili eğitim ve yaşamsal aktivitelerin yapıldığı mekanlar. 
Önümüzdeki pazar günkü yazımda ise Amerika’daki psikolojik travma ve evlilik atölyemdeki deneyimleri paylaşacağım. Doğrusu bedenim Amerika’da ama kulağım ve kalbim Türkiye’de.