28 Ağustos 2011 Pazar

PKK ve çözüm önerilerim…

Yaklaşık 2 sene evvel metro durağında bekliyordum. Sol tarafımdaki ergen gençlerden bir oğlan bana „Siz birkaç hafta evvel bizim okula gelen öğretmensiniz değil mi?“ diye sordu.

„Aaa, evet haklısın. Ama ben birçok öğrenci gördüğümden, herkesin yüzünü hatırlayamıyorum“ dedim.
Hepsinin MÜSLÜMAN olduğunu tahmin ettiğim kara-kaşlı, kara-gözlü öğrenciler yanıma geldiler ve bir çember oluşturdular etrafımda.
İçlerinden bir oğlan „Siz şimdi bizim okulda öğretmenlik mi yapacaksınız?“ diye sordu.
Ben „Evet, sizin okula geleceğim ve sizi döveceğim“ dedim gülümseyerek.
Gülüşmelerin ardından öğrencilerden birisi „Siz bizim okula gelene kadar, biz okulu bitirmiş oluyoruz!“ dedi.
„Ben de o zaman sizin çocuklarınızı döverim!“ dedim gülerek.

Öğrencilere derslerini ve hangi mesleği yapmak istediklerini sordum. Meslek konusunda öğrencilerin çoğu bir karara varmamışlar. Yaşları 15 civarında olan bu ERKEK öğrencilerin hiçbirinin geleceklerine dair planı olmamasına şaşırdım. Türkiye’de aynı yaşta olan erkek öğrenciler böyle değiller. Köylerde yetişen çocukların bile bir sürü hayalleri var.
Bazen Türkçe, bazen Almanca sohbet ederek metroya bindik. Yaşlı bir Türk amca da sohbetimize katıldı.
Bir ara onlara ailelerini sordum. Bu MÜSLÜMAN ERKEK öğrencilerin hepsi KÜRT idi.
Onlara „Bakın arkadaşlar, ben Türküm, siz Kürtsünüz. Ama yanıma gelip, benimle sohbet etmeye başladınız. Beni kendinize yakın hissettiniz. Güzel sohbet de ediyorsunuz. Siyasi meseleler yüzünden birbirimize asla düşmanlık etmemeliyiz.“ dedim.
Ergen gençler beni sükutla dinlediler. Bu arada durağımız gelmişti, birlikte metrodan indik ve vedalaştık…

ALMANYALI KÜRTLER:
1.Grup: Türklerle birlikte aynı camiye gelirler, namaz kılarlar, oruç tutarlar. Türklere düşmanlık beslemezler. Bu Kürtlerle hiçbir sorun yaşamayız, bayramları hep birlikte kutlarız. Türk arkadaşlarımızdan farkları yoktur.
2.Grup: Seküler Kürtler. Aynen „seküler Kemalistler“ gibidirler. Bizden uzak durmaya çalışırlar. Bazıları Türkiye ve Müslümanlar aleyhinde yazılar yazar-yazdırır.

ALMANYA’NIN BÜTÜN ÜNİVERSİTELERİNDE (Güya!) „Kürt haklarını savunmak için“ TOPLANTILAR DÜZENLENİR:Tüm üniversitelerde bunlar organize oldular ve bir ağ kurdular. Ben yaklaşık 4 sene evvel üniversitede düzenlenen bu toplantılardan birisine gitmiş, söylenenleri not almış, birkaç fotoğraf çekmiştim. Sonrasında Türk gazetelerine telefon açtım, ama onlar umursamadılar bu meseleyi.
Selahattin Demirtaş, Türkiye’nin doğusunu da içine alan „Kürdistan“ haritası önünde bir konuşma yapmıştı. Toplantı, Türkiye’nin doğusunda PKK’lıların giyindiği gibi kıyafetleri bulunan kişiler tarafından kameraya çekiliyordu. Die Linke (komünist) ve Yeşiller Partisi tarafından destekleniyorlardı. Toplantıda AK Parti aleyhinde konuşmalar da oluyordu.
ALMANYA‘NIN NAZİ-DÖNEMİ’NDEN ÖRNEKLERLE TÜRKİYE DOĞU PROJESİ
Yıl 1945, Almanya’nın en büyük fabrikaları, köprüleri, şehirleri yerle bir edilmiş...İnsanlar yanarak, parçalanarak yerlere serilmiş…Binlerce Yahudi’nin altın dişleri sökülmüş, kilo kilo altınlar eritilmiş, Yahudilerin saçlarından ayaklara geçirilen patikler yapılmış, derilerinden abajur üretilmiş. Yahudiler gazlanmış, sonra fırınlarda yakılmış…Savaş bitmiş…Etrafta İngiliz, Amerikan, Fransız, Rus askerleri geziniyor, zalim „Nazi komutan“larını, zalimlere göz yumanları, yardımcılarını arıyorlar…
BÜTÜN ALMAN ULUSU PSİKOLOJİK HASTAYDI…
Almanlar kendi aralarında bile kimseye güvenmiyorlardı…Herkes birbirini şikayet ediyor, suçsuzluğunu ispatlamaya çalışıyordu…Kim zalim, kim masum belli değildi…Susanlar bir şeyler biliyorlar mıydı, zulme göz yumanlar ne kadar masumdu, içlerinde bir Nazi var mıydı halen, kimse bilemiyordu…Hiçbir psikolog bunu ispatlayamazdı… Doğruyu, hakkı savunanlar bile hasta olmuşlardı, sevdiklerini, evlerini, sağlıklarını kaybetmişlerdi…
Hiçbir doktor insanın içindeki kini, nefreti tedavi edemezdi…
Hakkı savunanlar bile öldürülmüşlerdi…Hapislere atılmışlardı…Bütün bir ulusu psikolojik tedavi mi etsinlerdi? Tedaviler için para lazımdı, binlerce mezun olmuş doktor ve psikolog lazımdı… Zaman lazımdı…
İnsanların sevgisini, güvenini en kısa ve ekonomik yoldan nasıl kazanabiliriz? Düşmanlığı nasıl bitirebiliriz? Koskoca Avrupa yakılmış, yıkılmış…Herkes birbirine düşman…Milyonlarca düşman var…
Bu soruları sordular İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra…Akıllı danışmanlar bu soruya iyi reçeteler buldular…Fransız, İngiliz, Amerikan ve Almanlar arasında kültürel bağlar oluşturulacak. Sadece kültürle kalınmayacak, samimi, ailevi bağlar oluşturulacak…
Ailevi bağlar sarsılmaz bir kalkandır dediler...
Bir insan nelerden etkilenir?
Gülümseyen bir yüzden, güzel bir sözden, güzel bir sesten, güzel bir kokudan, güzel bir olaydan, güzel tabiattan-sanattan, kalplerin ısındığı huzur dolu bir ortamdan…
Hepsini içine alan bir proje olmalıydı…Naziler, düşmanlarıyla böyle hoş anlar yaşamalıydılar…Düşmanlarını tanımalıydılar, onlarla birlikte yaşamalıydılar...
İnsanlar birbirlerine alışmadan karşısındakini tam manada kalpten sevemezdi, birlikte birşeyler yaşanılması, hissedilmesi lazımdı…
Bütün Naziler, zalim düşüncelerden, duygulardan kurtulmalıydı…

ENTNAZİFİZİERUNG
Avrupa „düşmanlığı“ bitirmeliydi…
İnsanlar kendilerini dostluklar kurarak tedavi etmeliydiler. Almanya’nın bütün bir ulusu tedavi edebilecek psikolog kapasitesi yoktu. Ama böyle de kalamazdı. Kalplerin derinindeki „gizli Naziler“ ölmeliydi, yok edilmeliydi…
Bu olaya „Entnazifizierung“, yani Nazilikten temizlenme deniliyor tarihte…
İnsanları en kolay/en hızlı yoldan, en verimli/kalıcı şekilde, fazla para harcamadan yapılabilecek projelerdi sundukları…Fazla beklemediler, fazla konuşmadılar, hemen pratiğe geçirmeye başladılar…
Kültürel projeler hazırladılar birlikte… Fransızlar, Almanlar, İngilizler, Amerikanlar ailevi bağlar oluşturdular aralarında…Birbirlerine misafirler gönderdiler, kimi öğrenci çocuğunu, kimi okuyan gencini…
Birbirleriyle yaşadılar,  birbirlerini dinlediler, konuştular, anlamaya çalıştılar…Birlikte gezmelere gittiler…Birbirleriyle evlendiler…

AVRUPA BİRLİĞİ
Aynı zamanda Avrupa Ekonomi Toplumu’nu kurdular… Bu toplum sonradan büyüdü, yeni projeler eklendi, Avrupa Birliği oldu.
Şimdi soruyorum sizlere, koskoca bir Avrupa’yı ıslah eden projeler neden başka yerlerde olumsuz sonuç versin?
Avrupa’da düşmanlığı yok edebilen, kökünü kazıyabilen bu kadar etkili, kalıcı projeler, neden bizim Türkiyemizde etkili olmasın?
Birbirine düşman olan milyonlarca düşmanı dost etti bu projeler…Zulmün kökünü temizledi bu projeler…Kanıt var elimde, işte Avrupa.
Ondan sonra asla savaşmadılar birbirleriyle, sadece ilimde, bilimde, kültürde birbirleriyle yarıştılar, geliştiler…
Birbirlerinin üzerlerine bombalar yağdıranlar sonradan uçaklarla birbirlerinin üzerine çikolata yağdırdılar…(Berlin, 1948/1949, Amerikan Uçakları, Schokoladenbomber)

Doğuda ve Batıda: Okullar-okullara, üniversiteler-üniversitelere, aileler-ailelere, şehirler-şehirlere, köyler köylere, enstitüler-enstitülere, şirketler-şirketlere, fabrikalar-fabrikalara, Türkler-Kürtlere, Kürtler-Türklere, Alevi-Sunniye, Sunni-Aleviye, doğulu-batılıya neden destek olmasın, olamasın? Dost bağları kurulmasın? Bir Avrupalı kadar sıcak kalbimiz yok mu ? Bizim neyimiz eksik? İnsanlar neden birbirini dostlukla, sıcak bir tebessümle tedavi edemesin, yaralarını saramasın?
Avrupa’da başarılı olmuş, koskoca bir ispat var önümüzde…
1945’in Avrupalısının kültürüyle değil, insanıyla karşılaştırabiliriz şimdiki Türkiye’nin insanlarını. (Önemli: Fransız, Alevi, İngiliz, Kürt, Amerikan, Türk diye karşılaştırmadım.) İnsani duygular ve düşmanlıklar olarak karşılaştırdım.
Türkler-Kürtler arasında karşılıklı ziyaretler, evlilikler var. Ama, bu durum ülkedeki zulmü ve anlaşmazlığı tamamen yok etmeye yetmedi. Daha da sık bağlar oluşturulmalı ve bu sistematik bir biçimde olmalı…
Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan bazı proje örnekleriyle birlikte, Türkiye’deki terör sorununa aklıma gelen çözümler:(Bu çözüm önerileri daha çok PKK’ya gidebilecek olan gençleri engellemek, düşmanlıkları bitirmek-gidermek, doğudaki halkı her yönden desteklemek ve PKK’ya desteğin en asgariye düşürülmesini sağlamak içindir)
Yurtiçi-Şehirler(-/köyler)-Arası Kardeşlik : Twin-City-Projekt (Kardeş-Şehir-Projeleri): Mesela Ankara, Hakkari ile kardeş şehir olacak. Ticari, kültürel, eğitim vb. alanlarda daha sıkı bir iletişim sunulacak…
Bu şehirlerarası projelere belediyelerin/devletin de sunduğu imkanlarla destek olacaklar.
Bu proje aynı zamanda köylerarası da olabilir. Ankara’nın bir köyü ile Hakkari’nin bir köyü arasında kardeşlik kurulacak. Vakıflar da bu projelere destek olabilirler.
Projedeki maksat, Hakkarilinin Ankara’ya gelip ikamet etmesi, eğitim görmesi, çalışması, evlenmesi değildir. Projedeki asıl maksat  yakından tanışmak için Hakkarilinin bir süreliğine Ankaralı’nın evinde misafir olmasıdır. “Birbirlerini düşman zannedenler” birbirlerini tanımalılar.

Büyük barış-grupları doğudaki en kritik şehirlerde çadırkent kurup, Kürtleri davet ederek tanışabilirler. Bu devlet ve belediye teşvikiyle de olabilir.
Doğulu Dost Aile Projesi ve özel alanda kardeşlikler kurmak: Avrupa’daki düşmanlıkların giderilmesi için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oldukça başarılı bir proje gerçekleştirildi. Türkler ve Kürtlerin arasında bu projenin Allah’ın izniyle çok daha iyi ve olağanüstü olumlu sonuçlar getireceğini düşünüyorum.
Mesela Fransız/Alman aileler ve bunların okuyan öğrenci çocukları arasında dostluk bağları kuruldu. Fransız öğrenci, Almanya’ya geldi, Alman ailenin yanında yaşadı ve uzun bir süre onların yanında okula gitti, hem dil öğrendi, hem kültürlerini, dinlerini öğrendi, hem de okulunu aksatmadı. Aynı şekilde Alman öğrenci de Fransa’ya gitti, Fransız ailenin yanında yaşadı, Fransızca öğrendi, okula gitti. Aynı proje Alman-Amerikan, Alman-İngiltere gibi devletler arasında da yapıldı, halen de yapılıyor. Avrupa’da bu artık sonu olmayan bir proje haline dönüştü. Bunu organize eden enstitüler bile var. Böylelikle hepsi dost oldu, düşmanlıkları bitti, o zamandan beri asla birbirleriyle savaşmadılar. Bu projeler neticesinde Alman halkı çok dil bilen bir topluluk oldu. Her dilde akıcı dil ile en üstün derecede yabancı dilden çeviri yapabilen insanlar yetişti. Her türlü yabancı kitap çevirisi mevcut. Her alanda (kültürel, sanatsal, siyasal, medya) birbirleriyle iletişim içindeler. Birlikte şirketler kurdular. Kültürel farklılıklarıyla zenginleştiler. Farkı zenginlik olarak gördüler.(Bu, bence çok önemli Aussagesatz olur..!!)
Aynı şekilde Türk ve Kürt aileler de çocuklarını bir süreliğine „Türkiye’nin diğer ucuna“ gönderebilirler. Çocuklarını doğuya göndermeye korkan veliler, ilk önce bir Kürt çocuğunu Türkiye’nin Batısına davet edebilirler. Tabii ki aileler de birbirleriyle tanışacak.
Karşılıklı olarak her aile diğer doğulu aileye destek olabilir. Evin annesi, Kürt annesine, evin babası, Kürt babasına, çocuklar da karşılıklı olarak birbirlerine destek olabilirler.
Her Türk ailenin bir „Doğulu Dost Ailesi“ olabilir. Her öğrencinin, bir doğulu arkadaşı olabilir…

Kürt aileyi ağırlayan Türk aile biraz Kürtce öğrenmis olacak. Kürtçe ve Türkçe bilenler bu aileyi zaman zaman ziyaret edecekler.
Kültür-Sanat Projesi: Batı-Doğu Türkiye arası veya Karadeniz ve Doğu arası…Çeşitli yöresel yemekler, el işleri, folklor gibi kültürel zenginlikler karşılıklı olarak bazı festival ve etkinliklerde tanıtılabilr. Fotoğrafları çekilerek kitap haline getirilebilir. İnternet sitesi kurulup, devamlı iletişim halinde kalınabilr. Bu festivaller ve kültürel zenginlikler ileride turizme destek olabilir.
Tiyatro oyunları bu projeye dahil edilebilir. Türk ve Kürtler arasındaki iletişimde meydana gelen tipik durumlar skeç olarak sunulabilir.
Doğuya Eğitim Projesi:Değişik bilgi, edebiyat, sanat yarışmaları düzenlenip, yetenekli öğrenciler belirlenebilir. Böylece her öğrenciye yeteneğine göre destek olunabilir.
Kardeş Okul/Üniversite Projesi: Avrupa’da çok yaygındır. Okullar kendi aralarında birbirlerine destek olurlar, maddi imkanlar sağlarlar, ilmi paylaşımlar yaparlar. Öğrenciler her iki okulda da bir süreliğine okurlar. Türkiye’nin Batı ve Doğusu arasındaki okullar kardeş okul olabilirler.
Kardeş Üniversite Projesi’nde Avrupa Üniversiteleri’yle, dünya genelindeki üniversiteler kardeşlikler kuruyorlar.
Doğuya  Din Bilimleri Merkezi açılabilinir:
Sempozyumlar düzenlenebilir. Doğuya bir Din Bilimleri Merkezi açılabilir. Arap Ülkelerinden, Türkmenistan, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve İran’dan da Din Bilimciler gelip, doğayı seyrederek ilmi sohbetler yapabilirler.

Doğuya Dil Bilimleri Merkezi açılabilinir:Arapça, Farsca ve Kürtçe başta olmak üzere Dil Bilimleri Merkezi açılabilir. Komşu ülkelerden gelen hocalar burada „doğu kültürü araştırma merkezi“ de kurabilirler. Bu bölgenin coğrafyası da uygun. Bölgede böyle farklı bir proje çok enderdir. Globalleşen dünyada böyle bir merkeze çok talep olacaktır, özellikle batı ülkelerinden.
(Not: Kardeşlik projesi için de Dilbilimciler Türklere en kısa yoldan en önemli cümleleri Kürtçe’ye çevirecekler. Böylelikle Kürt ve Türk ailesi biraz olsun iletişime geçebilecek)

Uyuşturucu kaçakcılığı sorununa çözüm: Morfin üreten ilaç fabrikası!
Devlet uyuşturucuyu satın alıp, ilaç fabrikasında morfin üretsin. Mafyadan daha fazla ücret ödesin. Uyuşturucu kaçakcılığı azalır.
EN ÖNEMLİ PROJE: Medya aracılığıyla zorunlu bilgilendirme…
Yeni bir kanun çıkarılmalı: Bu kanuna göre reytinglerin en yüksek olduğu saatlerde (Mesela: dizi reklamlarının arasında) barış-huzur-kardeşlik bağlarını pekiştirecek bilgilendirme ve açıklamalar olmalı. Her TV kanalı, her gazete, her internet haber sayfasına zorunlu olarak bu bilgilendiren ve kardeşliği pekiştiren, kısa mesajlar sık sık yayınlanmalı.
Ayrıca Avrupa Birliği’ne proje örnekleri sunarak, milyonlarca Euro maddi destek de alınabilinir.
Avrupa’dan üniversiteli öğrenciler gelerek, yeni teknikleri, tarımcılık, yol yapımı vb. gibi alanlarda doğuyu destekleyen projelerde gönüllü hizmet yapabilirler.
Biz çok dil bilen Almanyalı Müslüman Türk öğrenciler olarak da Türkiyemizin huzuru ve istikrarı için her türlü bilgiyi ve çözümü sunmaya hazırız.
Önemli olan diğer  noktalar ise…

1-Devletin o bölgede güvenliği tam sağlaması gerekli. PKK‘ yı istemeyenler baskı ve ölüm korkusu ile oy veriyor, dükkan kapatıyor, haraç veriyor.
2-Toprak reformları bir an önce yapılmalı ve ağa-düzeni bir an önce sonlandırılmalıdır. Kendi imkanları ile karnını doyuran halk, ağanın yada bir başkasının illegal çağrılarına itibar etmez.

3-TSK da köklü reformlar.
Önemli not: Şehit yakınları için kapsamlı bir proje var mı? Haberlerde bazen şehit çocuklarının fakirlik içinde hayat mücadelesi verdiğini görüyoruz.

Büyükler Dünyayı Çocuklarına Yapar, Çocuklarsa Kendilerine

Kendi anne babasından “farklı” çocuk büyütme pratiğinin “farklı” sonuçları var. Kendi yapamadıklarımızı çocuklarımızın yapabilmesi için şekillenen ebeveynlik çocuk ve ebeveyne değişik biçimde yansıyor.

Biz ekonomik maliyeti düşük neslin çocukları, ekonomik maliyeti yüksek neslin çocuklarının ebeveyni olduk(*). Büyüklerimiz bağımlı çocuklar yetiştirmeyi hedeflemişti. Biz ise "bağlı ama bağımlı değil" çocuklar yetiştirmek istedik. "Bağlı ve bağımlı sözcük ve olguları arasındaki "ım" hecesi; başkalaşım ve farklılıklar getirdi.
Zamane, koşullar, olanaklar, değerler, aile kurumunun temel inanç ve değerleri, anne- baba rolleri değişti, gelişti. Çocuğun anlamı başkalaştı. Bizim nesil "Bana yapıl(a)mayanları, ben çocuklarıma yapmalıyım" düsturuyla ve "Ailemin doğrularını sürdürmeli, yanlışlarını terk etmeliyim" düsturuyla çocuk büyütürken büyüklerimizin yanlışlarını doğruya çevirelim derken başka yanlışlara düştük.
Bağ(ım)lı çocuklar yetiştirdik
Konu umman, hassas, çok taraflı, detaylı ve yerim dar olduğundan yazı, "bağ(ım)lı çocuk yetiştirme" hususuyla sınırlı olacak. Tek ebeveynli iki(z) çocuk büyüten, kentli ve çalışan bir anne olarak bizim neslin anneliğine ve çocuklarına dair -genel ve dağınık- gözlemlerimin yer alacağı yazı da 'baba'ların da kendini bulacağını düşünüyorum.
"Biz baskılandık, onlar özgür olsun bari"
Bir, en fazla iki tane doğurduğumuzdan  kız/erkek çocuğu ayrımı yapmadık.  'Benci' değil, 'bireyci' çocuk yetiştirmeyi hedeflerken; ana-baba merkezli aileden, çocuk merkezli ailelere dönüştük, farkında olmadan. "Biz baskılandık, onlar özgür olsun bari" bakışıyla hareket edip, sınır koymakta zorlanınca, çocuğumuz mücavir alanını genişletti. Ergenlik döneminin aslında "edepsizlik" dönemi olduğunu sayesinde öğrendik. Liseyi bitirdiğinde  "hadi ne halin varsa gör" deyip, bırakamadık. Üniversitede çalışarak yani kendi yağımızla kavrularak okuduğumuzu unutup, ona bolca yağ sunduk. Yağımızın kalitesi ya da miktarı düştüğünde mutsuz olmasından yalancıktan yakındık. Duygusal bağımlılığını arttırma amaçlı kirli düşüncemiz gereği istediği her şeyi yapmamız onu üretken değil tüketen birey kıldı.
"Sen yapamazsın, edemezsin" dedik
Kendi sorumluluklarımızı yerine getirmekle kalmayıp, ev içi işbölümünde ona düşenleri de yaptık yüksünmeden. Hasbelkader bir işe el verecek olduğunda ise "sen yapamazsın, sen bilmezsin, sen yorulursun" dedik. Esnek hoşgörü sınırlarımız ona her talebinin 'hemen şimdi' olabileceğine inandırdı.
Bizce yanlış, olumsuz davranışlarını değiştirmeye ikna etmek için yüksek sabrımızla defalarca, uzun uzun konuşmamız davranış değişikliği sağlamadı, çoğu kez. Bizi sevmekte cömert, saymakta cimriydi.  Demokratiklik evde herkes eşit söz hakkı gerektirdiğinden o kendisini yetkelendirip daha yüksek sesle konuşmağa başlayınca babaların sesi alçaldı. Anneler aynı konuda çocuğuna ayrı, eşine başka şeyler savununca baba otoritesi sarsıldı. Kendini denetle(ye)meyen çocuğumuza aile büyüklerimiz bir şey söyleyecek olsa, haklı olup olmasına bakmaksızın, önce biz karşı çıkıp koruduk; kocaman yüreğimizle, kollarımızla.
Çocuğumuz her dem kazandı, biz...
Değerlerimiz çatıştı. Bizce yapılması gerekenleri değil, yapılmaması gerekenleri yaptı. Kazanan o, yenilen biz olduk; her dem. Arkadaşları, öğretmenleri tarafından örselendiğinde, kendimizi vazifelendirip devreye girdik. Odasını topladığımızda teşekkür etmeyen, gömleğinin kopan düğmesini dikmediğimizde kıyamet koparan çocuğumuzun zamanında yapmadığı performans-dönem ödevlerini gece yarısı bitirip başucuna bırakmayı sürdürdük.
Ona "Varlığın önemli. Seni her koşulda seviyoruz" dedik. Eksiklerini her dem kapatıp, "Canın sağ olsun" dedik. "Okul başarın yüksek olmayabilir, hayat başarın yüksek olsun" dedik. Değişik ortamlarda kendisini tanısın istedik. Beklentilerimiz gerçekleşmeyince -içimizden- kahrolduk. Onun hobileri olmalıydı; bizim olmasa da olurdu. Kitap okumalı, dans etmeli, drama ile bedenini tanımalıydı. İstediği(miz) her kursa gönderdik. "Virtüöz olur" umuduyla gönderdiğimiz piyano kursunun üçüncü ayında eve piyano aldık. Tenise başlarken profesyonel raketler sağladık. O basketbol oynarken, yaşamına dahil olmak adına biz de teorik olarak oynadık. Maymun iştahlı çocuğumuza az, kendimize çok kızdık. Gerçek performansını, gönülden istediği şeylerde gösterdi. Bize aykırı düşen giyimini, saç tuvaletini, takılarını, müzik zevkini beğenmedik.
Oyuncak treni aslında kendimize aldık
En masum isteklerine 'hayır', temininde güçlük çekileceklere ise 'evet'  dedik. Namert olmayalım diye kendimizden imtina edip, kredi kartlarımızı ona feda edince kaynak kullanma başarısı arttı. Biz ise onun minicik dertlerini büyütüp, kalabilen tüm gücümüzle çözmede üstün başarı gösterdik. Hayallerimizi onun üzerinden gerçekleştirdiğimizden, on aylık bebeğe aldığımız kocaman oyuncak treni aslında kendimize hediye ettiğimizi bilemedik hiç. O sınav verirken; biz kendimizin sınandığını düşünerek heyecanlanıp,  gerildik.
Mükemmeli aradık; ulaşamayınca...
Ona yürekten dokunduk. Bize karşı çoğu kez kör ve sağır olmasına aldırmayıp, onu daha iyi görmek, duymak için çabaladık. Evin gündeminde çatışma maddesi eksilmedi hiç.  Başlangıçta "Mükemmel anne/çocuk yoktur" diyenleri umursamadık. Gerçeği görünce farkına vardık; yorgun düştüğümüzü.
Öz-eleştiri vermeyen çocuğumuzu "nasılsa bir daha yapmaz" diyerek affettik, bağışladık. Aile Ceza Kanunu(ACK)'muzda her suçun(!) karşılığı olan ceza, Aile Ödül Kanunu(AÖK)'muzda her başarının(!) karşılığı olan ödül zamana, ortama, ruhsal durumumuza göre değiştiğinden nasıl davranacağını bilemedi çocuk. Babası ceza verdiğinde, mesela harçlığını kestiğinde; cebine gizlice para koyarak bize olan yüksek güvenlerini koruduk, aklımızca. Empatik olmaya çabalayıp, 'ben' dili yerine 'sen' dili kullanmaktan vazgeçemedik.
Her şeye müdahil olduk
Rol-model olduğumuzu unutup benzeri söylem/eylemlerine sinirlendiğimizde tutarsızlığımızı yüzümüze vurdu. "Her şeye müdahil olmayın" dediğinde haklı olabileceğini sorgulamadık hiç. Yetersiz kaldığımız bir durum olduğunda onu azmettirici olarak kullandık. Onun "bir ağaç" olduğunu unutup, akran ağaçlarla kıyasladık. Kendimizce iyi ağaçları örnek gösterince, o kendince iyi olanları verince; anlaşamadık bir türlü. Ağacımızı sadece kendimizin duyacağı bir ses tonuyla 'kırılgan' ilan edip, gövdesinin üstünde kendi öz gücüyle dayanaksız durabilen ağaç yetiştirenleri yerdik.
Mesela kıskanma gibi insana -ve çocuğa- dair bir duyguyu yaşamasına izin vermedik. Adalet duygumuzu yitirdiğimiz zamanlar oldu. Sıkça devre dışı bıraktığımız babasına, sıkıştığımızda havale mercii olarak başvurduk.
Etiket yapıştırdık
Zaman içinde evdeki suni denge bozulduğunda taraf olmasını istedik. Eksik bilgi vermelerini yalan söylemelerine tercih etik ama bizim söyleyeceğimiz yalanlara katılmalarını istemekte beis görmedik.
Etiketledik onu: tembel, dağınık, beceriksiz diye. Her daim cilalı deneyimlerimizi sunduğumuz çocuk, uyarılarımız kaale almadı. Hata yapma hakkını kullanmasına, deneyim kazanmasına izin vermeyince "evet; haklısın" demedi. Üzülmesin diye gerçeklerden uzak tuttuğumuz çocuğumuz, olaylara hep yakından ve çabuk bakan bizi  'uzaktan bakma' hasletiyle yönlendirdiğinde mutlu olduk.
Hayat, başka bir şeye öncelik vermeyi emrettiğinde onu ihmal/istismar ettiğimizi düşündük. Kendimizi "eksik annelik" yapmakla suçladık. Böyle zamanlarda eziyete çevirdik annelik rolümüzü.
Ayna bizi ürkütünce...
Baktık, bize aldırmıyor bu kez "el'alem ne der'e sığındık. Pes ettiğimizde "Her şeyin temeli çocukluktur" diyen Freud'u hatırlayıp yardım almak için psikolog ya da psikiatriste başvurduk. Ayna çocuğa değil, bize tutulunca ürküp, kaçtık. Anlaşılmayı bekleyen yönlerini anlayamadık böylece.
Büyük kardeşin küçüğünü, küçüğün büyüğünü ezmesine araç olduk. Kavga-tartışmayı sonlandırmak için arabulucu rolü yüklendik. Dayanışma-paylaşma-yardımlaşma duygularını arttırma çabamız, onların birlik olup karşımıza çıkmasına yol açınca hazmedemedik. "Elindekini kardeşinle, kuzeninle, arkadaşlarınla paylaşmalısın" dedik ama onu ne babasıyla, ne sevgilisiyle paylaşamadık.
Annelik, çocukluk süresi uzadı
Çocuğumuzun kendini anlamlandırarak kendi projesini hayata geçirmesine izin vermedik.  Ne oldu? Onu yetiştirme projesi olarak anlamlandırıp, sürecin her aşamasına müdahale ettiğimiz için projemiz süresinde bit(e)meyince onun projesinin hayata geçmesi gecikti. Bizim anneliğimizin, onun çocukluğunun süresi uzadı. Ve bu sonuç ne onu, ne bizi mutlu etti.

25 Ağustos 2011 Perşembe

"Gökten ekmek yağmaz,elin verdiğiyle karın doymaz"



Not: AÖF Adalet bölümü öğrencisinin idealist bir genç arkadaşa verdiği cevaptır.Ders çalışmaktan hoşlanmayan,ders çalışmaya ayak direten lise ve üniversite öğrencilerine hediye ediyorum bu mesajı.Mutlaka okuyun.




ichabot - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
"kapo kardeş bu hayatta her zaman simetrik dengelerden söz edemeyiz herşeyin belirli bi parametresi yoktur örnek vermek gerekirse bende bizim işyerinde bedavadan memur olup sonra müdür sonra daire başkanı yapılan adamdan nefret ediyorum yada kpss ye bile girmeden meclis kararı ile alınan sözleşmeli personelden nefret ediyorum ama hayatta herzaman herşey istediğimiz gibi olmuyor dünyada işleyen kuralı uzun uzadıya düşünüyorumda bazen aklıma şu geliyor; kader bakıyorki bu adamın imtihan edilme sürecinde önünde binbir engel konularak ilerlemesi durdu,okuyamadı istediği yere gelemedi ama çok ama çok acı çekti ,eğer ufacık bile imkanı olsaydı belkide istediği yere gelebilecekti ama ben yani kader onünü tıkadım ama bu adam aslında ilerlemesi durdurulmasa idi (tabi durduranda ilerletende aynı güç yani kader) savcı kaymakam..vb olabilecekti o halde bu adamı artık rahat bırakıpta önünü açmam gerekiyor ki taaa baştan hakkettiği yeri alsın;o halde aö adaleti okutup sonra hukuka geçirip sonrada kaymakam yapmam gerek dese onu kim durdurabilir?şimdi şöle bi düşün hakettiği halde okuyamayan bi insanın halini ezikliğini hayattan nefret etmesini anlayabiliyormusun?kardeş o halde sana öykümü anlatayım belki bu saplantılı fikrinden vazgeçersin bırakta kader istediğini istediği yere getirsin sen kendi dümenine bak hayatta en son yapılacak şey kaderle savaşmak olur ; bunu da yıllarca savaşıp eline koskoca bi hıyardan başka birşey geçmeyen ben size kendi öykümü anlatacağım;
yıl 2002 anadolu lisesinden mezun olmuşum ve o yıl aobp diye birşey önüme koymuşlar ingilizce eğitim görmeme ragmen aobpnin altında kalarak doktor olamıyorum katsayılar çok yüksek,full çeksem kazansam dahi babamın beni okutacak hali yok çünkü zar zor karnımızı doyuruyoruz,babam kalaycı bütün bir gün boyunca dükkanda birkaç kap hurda yada biriki küçük kap kalaylık malzeme gelmesi için dua ediyorki akşama kanımız doysun,sabahtan dükkana gidiyorum yağlı varilleri çekiç-ve muşta ile parçalayıp banyo sobası yapıp bakır banyo kazanlarına takıyorum üstüm başım yağ içinde etrafımızdaki insanlar bana bakıp halime acıyla karışık gülüyorlar,bulunduğum yerde tek bi dersane var orda bi kıza aşık oluyorum babası yok kızla konuşmamız mektupla oluyor çünkü etraf küçük dedikoducu ve tehlikeli bir yer,derken bu kadar sıkıntıda kızdan haber kesiliyor kime soruyorsam ağzını bıçak açmıyor meğerse trafik kazası geçirmiş komada derken en yaşlı amcam akciğer kanseri oluyor onun kızıda 20 yaşında felçli bakacak kimse yok onunda erkek çocuğu yok tüm yük bende ,derken annem komaya giriyor yüksektansiyondan babam ağlıyor 72 yaşında zavallı adam ilçeden diyarbakıra gidemiyorum cebimde 1.5 tl var gitsemde geri dönemeyecem evde yemek yok komşular getiriyor akşam bana annemden haber yok babam yanında anca ona yol paramız yetti,derken benim kafam 1 haftada bembeyaz oldu ; kız komadan çıktı amcam öldü annem de 3 ay sonra yoğun bakımdan kendine geldi,sonra amcamın taziyesinde millet birbirini kutluyordu babamında ölmesini bekleyen düşmanlarımız benim elimden dükkanı almak istiyorlar ve tehdit ediyorlardı,the godfather filmindeki michael corleone bile o zamanlar benden daha merhametliydi inancımı komple yitirdim,gözüm kararmıştı 
dokunduğum nesneleri hissetmiyordum
sonra şeker hastası oldum üzüntüden,derken 10 ay sabaha kadar ders çalıştım soğuk bi topra evde farelerin ve böceklerin içinde derken 2006/ kpss 2 sınavı açıldı 92.985 puan alarak eskişehire atandım (emniyet tek.yrd.) burda duvar boyama ,inşaat,çöp toplama mıntıkadan izmarit toplama ,tuvalet temizleme dahil aklına gelebilecek bütün pis işleri yaptım inanmayan memurlar nette yadımcı hizmetlilerin bölümünden teknisyen yardımcısı nedir öğrenebilir,burdada 2 yıl savaştım karda ağacı yere indirip kozalak topladım,angarya ne kadar iş varsa yaptım orda aşık olduğum kız üniversiteye giderken ben mıntıkadan izmarit topluyordum,derken bi çocuğa özel matematik dersi vermeye başladım annesi ve babası beni kendi çocukları gibi sahiplendiler ve tayinim için burda çabaladılar bu iş için o kadar çok kişiye boyun eğip işimi yaptırdımki imanım gevredi kurum değiştirdim ama hala hizmetliydim, 1 yılda orda tuvalet yıkadım ama kebaptı işim sadece tuvalet yıkama günde 1 kez o da tertemiz bi yer afedersiniz birde çay taşıma... sonra görevde yükselme sınavı açıldı 1. oldum dairede tek ben atandım ve şimdi v.h.k.i yim hayatımın en güzel yıllarında çöktüm aşağılandım hor görüldüm ama yıkılmadım yılmadım...bende bi aö adalet öğrencisi oldum bu sene... bende beleşten memur olup kpssye girmeden itisnai kadrodan alınan adamlardan nefret ediyorum belediyeye girip açıktan daire başkanı olan beleşten kadrolu müdürlük yapan adamlar var bu ülkede hepsinden nefret ediyorum ama elimden sadece geliyor bu şekilde okumak ve savcı veya hakim olmak istiyorum,adalet istiyorsanız herşey kurallara bağlı olsun diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz bu dünyada sizler/bizler ancak sinirlenip hasta oluruz belediye veya il genel meclisinden beleşten memur olanlar ayda 2250 tl götürürken birde yerel seçimlerde kadro beklerken (kadroda alırlarsa öbür dünyada direk cehenneme atacam onları bütün bi galaksiyi verseler yine kabuletmeyecem) biz ancak olmayan balıkların kavgasını yapıyoruz ..bende bi aö adaletli olarak düşüncelerinize hak veriyorum ama katılmıyorum çünkü adalet için Don Corleoneye (THE GODFATHER 1) gitmeniz gerek..."



2.Not: Yukarıdaki mesajıyla ilgili gelen yorumlar üzerine cevap mesajı.
"Teşekkür ederim arkadaşlar Allah razı olsun güzel cümleleriniz için yanlız size küçük bi hatırlatmada bulunmak istiyorum... Kader insanlara sıkıntılar verdiği zaman tüm yolları kapatarak tamamen ışıksız bırakıyor işte o zaman hayalinizde bi ışık kurup ona koşacaksınız bir süre sonra bakıyorsunuzki o ışık gerçekten varmış ve (ben kpss ye çalışırken hep hayal kurduğumu söyleyen ve asla başaramayacağımı söyleyen mahalle bakkalının eline hıyarı vermek suretiyle gerçek olduğunu ispatlamıştım ) aydınlığa yetişmek üzereymişsiniz işte hepimizin dgs serüveni burda başlıyor ve burda sonuçlanacak inşallah.....kapo kardeş ben seninde bu düşüncelerinden arınmanı istiyorum hayatı matematik denklemi gibi görme herzaman iyi yerlere çok çalışanlar gelmiyor hayatta dediğim gibi kaderin insana oynadığı tiyatrodan biçtiği rolden başka rol biçilmiyor,adamın tekine bakıyorsun işletme mezunu kaymakam olmuş,diğeri ankara siyasal kamuyu bitirmiş tavlacılık yapıyor (bizzat ikisinide gördüm tanıştım),kimin ne olacağına ancak kader ve hayallerimiz karar verir kaderi yönetemeyeceğimize göre ancak ve ancak kurduğumuz düşün ardından gidipte kaderin okunu istediğimiz yere saplayabiliriz,bunun için elimizdeki materyallere bakmamız gerek neyimiz var,kitabımız kalemimiz ve de en önemlisi zamanımız!... boş boş oturup oyun oynayacağımıza dizi film izleyeceğimize kitap okuyup ders çalışsak şöle 1 yıl kendimizi sıksak gelecekte öle güzel günler görebilirizki,bazı şeylerde korkmayın ben kazanamam kontenjan az aö adaletliler kazanacak benim aobp düşük diye kurmayında nedenmi bi kere sen her soruyu çözdğünde adamın önüne geçiyorsun buda emek demek alın teri demek zaman demek herkesin çalıştığı kadar hakkını alacaktır demektir bu sonuçta sen her zaman ilerliyorsun geriye dönmüyorsun dgs de aobpninde pek etkisi yok yeterki 70 70 bandını kır bu bandın üstünde aobpnin tkisi neredeyse 0 bakınız bu sene adamın teki 317 almış 1. olmuş diğeri 312 puan alıp 2. olmuş aralarında 5 puan var taaki 10. ya kadar adam 301 almış...? demekki 17 puan bandında netler sabit aobp ile alakalı değil çözen kazanıyor...geçen hafta intibak yayınlarının 2011 yayınında 1 haftada 157. sayfaya geldim ,bu hafta işyerinde yıllık izin alan birinin yerine bakıyorum, bayramdada ders çalışacam nasip olursa çünkü çalışmayıpta ne yapacam çiftetelli oynarsam kadere kızarsam kim cebime para koyacak ?bayramda bi iki kişiye 20 şer dakka oturmaya giderim bi 1 saat telefona harcarım sonra evime gelir işime bakarım,babamın bi lafı vardır derki oğlum "gökten ekmek yağmaz,elin verdiğiyle karın doymaz" bunu aklınızdan hiç çıkarmayın ve şimdi başlayın çalışmaya boş zamanlarınızdada dostoyevskiden ,tolystoydan kitaplar okuyun acayip hafıza kuvvetlendiriyor herkese başarılar..."

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir Garip Portre; Doktor Sadık Canlı


Gümrükönü Yazıları-26

Altmış yıldır Adapazarı caddelerinde bulvarlarında sokaklarında meczup bir adam dolaşıyor; iki metre boyunda, uzun sakallı uzun saçlı, bilgiç bakışlı biri. Sırım gibi ince uzun biri. Rivayete göre ‘bir zamanlar çok iyi kazanan bir doktor’muş. Yine rivayete göre İbrahim Ethem gibi ‘yeryüzünün sultanlıkları’ndan vazgeçip ‘kaçmış gitmiş kendinden.’ Biz meğer onu kendinden kaçarken görürmüşüz. Bazı dostları da takılırmış ona: ‘Şu kapındaki doktor tabelasını ya çıkar ya da eski doktor yazdır’ diye. Tekke olmuş muayenehanesi; gelen giden,dert ortağı olmuş herkesle. Tıbbın da konuşulduğu olurmuş, ayda bir mi desek, haftada iki mi?
Adapazarı’nın bu ‘garip’ adamını, bu ‘meczup’ adamını var mısınız yakından tanımaya? Yakın dostlarına sorduk, bakalım ‘onu’ nasıl anlatmışlar…

Hamza Tekin Hocaefendi: ‘YARI DOKTOR YARI DERVİŞ ‘

‘Sadık Canlı bir zamanlar doktormuş; sonra yarı doktor yarı derviş mi diyelim; öyle bir adam oldu. Ama ihlâs ve samimiyeti zirvede olan, inandığı şeyleri tavizsiz savunmaya ve uygulamaya çalışan bir adam. İyi bir dost, iyi bir dert arkadaşı. Dostun derdini paylaşan, sevgili bir kardeştir. Adapazarı için özel bir şans. Nevi şahsına münhasır özel bir doktor. (1)

Orhan Camii İmam- Hatibi Mustafa Aydın:
‘HAYATIN YUSUF GİBİ KUYUYA ATTIKLARINDANDIR‘

‘Sadık Ağbi, yönetimde bulunmak istemez ama yönetmek ister. Başkasının kendisine tesiri ancak kendi akıl ve gönül süzgeçlerinden geçtikten sonra belki mümkündür. Derviş ruhlu ama intisap etmesi kendine de zor gelir.
Medeni cesareti, şahsi nevine münhasırdır. Doktor hoca değil, sanki hoca doktor gibidir. Hayatın Yusuf gibi kuyuya attıklarındandır, rol model alınması zordur. Belki ileride bir hazineden sorumlu nazır olabilir. Zira dünyayla münasebeti, sarmaş dolaş olamamış bir şahsiyettir. Yürekten sevdi mi, asla o sevgiye ihanet etmez hele sevdikleri çocuklarıysa farklı bir sadakat sahibi olur. O kimine göre yolunu sorana kutup yıldızı, kimine göre bir derviş, kimine göre "ümmete emanet" bir yalnız adam.‘(2)

Yrd.Doç.Dr. Hasan Sağlam: ‘O BİR HEKİMLİK OKULUDUR ‘

‘Sadık Canlı, Batıyı içinde bizzat yasayarak tanıyan biri. Döndükten sonra Batı medeniyetine ve büyük ölçüde Batili materyalist felsefeye dayalı gelişen Bati tıbbına eleştirel yaklaşan biri olmuştur. Ne yazık ki günümüzde Bati medeniyetini eleştiren bir çok kişi, konu Tıp olunca öğrendiği her şeyi bir nas hükmünde görmektedir. Oysa Batı tıbbının en temel vasfı da insana hizmeti esas almamakta, aksine insan sağlığını bir sömürü aracı olarak zevkle kullanmaya devam etmektedir. Sadık Canlı‘yı tanıyana kadar ben de olan bitenden haberdar değildim. Onun bir ‘Hekimlik Okulu’ olduğunu fark edince, ne çürük bir zeminde gözlerimizin kapalı olarak mutlu bir hayat sürmekte olduğumuzu anladım. Bu okul Tıp mesleği için çok büyük değer taşımaktadır ve bunun farkında olmanın mutluluk ve hüznünü beraber yaşamaktayım.’(3)
Tüccar Lütfü Salkım: ‘ TÜRKİYE2DE EŞİ BENZERİ YOKTUR‘
‘Benim kırkbeş elli yıllık yakın arkadaşımdır. Allah tanıdıklarına ve ailesine mübarek etsin. Benle işi olmaz. Çünkü neden?  Bizim kilometrede olan insanların, belli yaştan sonra hocayla ve doktorla fazla yakın olmaması gerekir. Bunda ikisi de var. İki kere kaçıyorum yani ondan; uzaktan görüşüyoruz. Sadık’ı üçe böleceksin: Dünü, bugünü, yarını diye. Dosttur. Arkadaştır. İyi bir insandır. Çok sevdiğim bir arkadaşımdır. İyi bir Müslüman’dır. Eşi benzeri yoktur. Bırak Adapazarı’nda, Türkiye’de eşi benzeri yoktur. Modern tıp yerine – Şaban Üstüner’in deyimiyle- otçulukla uğraşan tek adamdır. ‘Gidiyorum, ilaç yerine bana ot veriyor’ diye kızıp durur Şaban ağbi.’(4)

Tüccar / Spor Yazarı Erol Girişken : ‘ALMAN KALECİSİ MAİER’İ AMELİYAT ETMİŞTİ ‘

‘Sadık benim ta lise çağlarından beri tanıdığım bir arkadaşım. Baba dükkanlarımız Uzunçarşı’da çok yakın mesafedeydi. Genç yaşlarında bile arkadaşlığa çok önem veren birisiydi. Uzun yıllar dostluk çerçevesinde birlikteliğimiz oldu. Çok iyi bir insandır. Günahtan çok korkar. Yardımsever ve eli açıktır. Almanya’da uzun müddet kaldı, orada da Almanya’nın en meşhur profesörlerinden İmdal’ın asistanlığını yaptı. Almanya’nın meşhur kalecisi Maier’i de iki dirseğinden ameliyat etmiştir. O kadar çok hatıramız var ki. İstanbul’da filan çok birlikteliğimiz oldu, girmeyelim şimdi onlara..’ (5)

Tüccar Tarık Pekerken: ‘ADAPAZARI’NDA İNSANLARA İSLÂM’I HATIRLATIYOR ‘

‘Benim gönlümde şudur: Bir kere ağbimdir, manevi bakımdan yerde emekleyerek dolaşan Tarık Pekerken’in tay tay durmasını sağlayan kişidir. Adapazarı’nda bir İslam simgesidir; insanlara İslam’ı hatırlatır. Biraz aristokrasi kokar, o da bizim daha çok hoşumuza gider. Onun şeyhliğinde kurulan üç kişilik bir tarikat içinde adımın geçmesi beni mutlu ediyor. Tarikatı kuran (halen tek) mürit arkadaşa teşekkür ediyorum. Cenabı Allah ona hayırlı uzun ömür versin, inşallah hep aramızda olsun.’ (6)

Tüccar Alaattin Kalay : ‘KENDİNDEN VAZ GEÇMİŞ BİR ADAM ‘

‘Sadık Canlı denilince ilk alıma gelen, vefa kelimesidir. Hakikaten vefalıdır, arar sorar yani. Sonra kendinden vazgeçmiş bir adam gelir. Ama dünyadan değil. Çünkü coğrafyamızın her şeyiyle ilgilidir. Milletin derdiyle ilgilenerek deva bulan bir insandır o. Milletin zekâtı, fitresi, sadakası en doğru yere gitsin diye gece gündüz mücadele eden biri adamdır Sadık Canlı. Şefkatli ve samimi bir insandır. (7)
Gazeteci Zeki Aydıntepe: ‘MESLEĞİNE İHANET EDEN BİR DERVİŞ ‘

‘Mesleğine ihanet eden bir derviştir. Ondan esasında yararlanılacak konu sağlık; ama o taşın altına elini koymayıp kolay olanı seçiyor. İnsanın hem inançlı, hem de mesleğinde ehil olması istenilendir. Birini dışlayıp diğerinde yol almak ikisinden birine ihanet sayılmalı. Önemli olan bütün haliyle ve bütün bildikleriyle insanlara yardımcı olabilmektir. Bir yönüyle kayıp bir yönüyle sevgi saygı gören birisi olmasını değil de her konuda örnek alınacak bir kişi olmasından yanayız. İnsanlığına, yarımlaşma duygusuna, merhametine diyecek bir şeyimiz yok. Ama bir kimlik kazandırmada önemli rol oynayan bilgi ve birikimine sırt dönmesini de hoş karşılamıyorum. Bütün bizce olumsuz görünen yanlarına rağmen onu sevmemek mümkün değil. (8)
Çizer Osman Suroğlu: ‘DOKTORLARIN DERVİSİ’

‘Çok değişik bir insan. Adapazarı’nın ‘nev-i şahsına münhasır’ insanlarından birisi; duruşuyla, giyinişiyle, davranışıyla çok farklı yani, hemen kendini belli ediyor. Ben onu etrafa anlatırken ‘doktorların dervişi’ diyorum. Özellikle alternatif tıpı ön plana alması dikkatimi çekmişti, hatta ben oradayken Zafer’de bu konuyla ilgili yazılar da yazmıştı. Bu konuda da çalışmalarını çok takdir ediyorum. Uzaktan da olsa tanıdığım, sevdiğim, takdir ettiğim biridir. Gördüğünde ‘Suroğlu gel, otur’ der, çizgilerimi takdir ettiğini de söylemişti bir kaç defa. Bir şehri şehir yapan Sadık Canlı gibi insanlardır yani; varlığı Adapazarı’na çok şey katıyor diyebilirim’ (9)

Tüccar İsmail Çakmak: ‘ BENİM İÇİN TIBBI NEBEVİ‘

‘Benim için Tıbbı Nebevi, yani İslami tıbbın karşılığıdır. Çağımızın İbni Sina’sı görüyorum onu ben. Fedakâr adamdır, ciddi fedakâr adamdır. Hep veren olmuştur. Klasik görünüşüne bakmayın, modern bir derviştir o. Kariyer olarak sosyal yapı arasında, mektepliler içinde toplumun orta ve alt grubuyla olan ilişkilerinden dolayı ona ‘Adapazarı Bilgesi’ diyebiliriz. Sosyaolojideki ara elamndır o. İdarecilerle eşraf ile avam arasında köprüdür o. Şehir için bilgi alınacak birisidir. Yaşama biçimi, topluma, cemiyete verdikleriyle d ebunu fazlasıyla ahk ediyor. Vere vere iki yakası bir araya gelmiyor‘ (10)

Yayıncı İsmail Aydın: ‘ SAFİYANE MÜNEVVER ‘

‘Adapazarı’nın münevverlerindendir. Bütün işlerine çocuk sevecenliğiyle sarılır. Her işinde çocuk safiyaneliği vardır.  Muhataplarına kıymet verir. Bireysel yaşamı da böyledir, yani çocuk sevecenliği içerisindedir. Onda hem münevverliği hem de safiyane çocuk duygularını her zaman görmek mümkündür. Matematikten yani paradan anlamaz. En sevmediği şey toplamaktır (para). Tek biriktirdiği dostlarıdır. ‘ (11)


Kırtasiyeci Şaban Üstüner: ‘ CANLI AİLESİ ADAPAZARI İÇİN ÖNEMLİ BİR AİLE ‘

‘Çok sevdiğim yakın bir dostumdur. Çok iyi bir insandır. Rahmetli babası Ömer Canlı da Adapazarı eşrafından çok iyi bir insandı. Uzunçarşının en eski manifaturacılarından birisiydi. Belediye meclis üyeliği de yapmıştı. Canlı ailesi zaten Adapazarı için önemli bir ailedir. Yenicami’de Köfteci Saffet Ağbi vardı, Orhan camii cemaati olarak sabahları namazdan sonra oraya çorba içmeye giderdik. O da Almanya’dan daha yeni gelmişti. O da sabahları Saffet ağbinin yanında otururdu, daha sakalı da yoktu. Ben çok acı biber yerdim, o da diyor ki, oradan hayran hayran sana bakardım diyor. O günlerden tanışırız. Sadık hep gelir uğrar bana. Siyasi konularda, dini konularda bazı takışır, bağırışırız..’ (12)

ŞEYHİMİZİN HİMMETİ

Bilenler bilir; Sadık Canlı’yı çok seven iki arkadaş (biri Tarık Pekerken, biri de bu satırların yazarı) 1996 yılında (şaka maka on beş yıl geçmiş üzerinden) bir tarikat kurarlar; amaç bellidir: Sadık Canlı’yı düzeltmek. Asi mürit, şeyhliğe Sadık Canlı’yı, şeyh vekilliğine de Tarık Pekerken’i oturtur. Yüzlerce binlerce anı, anekdot yaşanır on beş yılda. Kitap olur cilt cilt. Gerçi geçen sürede ne şeyhte düzelme görülür, ne de iki müritte. İşte anılardan birisi: Yıl 2009 baharı, Kent Meydanı bitmek üzere. Kitapçı İsmail Aydın’la alanı gezerken, İsmail’in 20 santimlik otopark betonundan toprak zemine düşüp yuvarlanmasın mı, simsiyah takım toz toprak olmasın mı? Neyse gezdik, gördük, işyerlerimize döndük. Şeyh vekili Tarık Pekerken’den telefon: ‘Geçmiş olsun’, ‘sağol ağbi de anlayamadım?’, ‘Şeyhe dil uzatırsan sık sık, böyle düşersin işte!’, ‘Ağbi düşen ben değilim, İsmail düştü, ben sendeledim sadece’, ‘O da şeyhimizin himmetinden işte, uyarmış seni, sallamış bırakmış. Merhameti yine fazla gelmiş!’ (‘Şeyh uçmaz mürit uçurur’ Türk atasözü bu durumlar için söylenmiş olmalı.)
-
--------
1) Hamza Tekin, 1945 Yozgat doğumlu, Emekli Kur’an Kursu Öğretmeni, hâlen Tozlu Vakfı Kütüphanesi müdürü, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
2) Mustafa Aydın, 1957 Düzce doğumlu, İngilizce öğretmeni, Adapazarı Orhan Camii İmam-Hatibi, 22.8.2011’de geçti e-posta bilgisinden,
3) Yrd.Doç.Dr.Hasan Sağlam, 1961 Trabzon doğumlu, SAÜ Araştırma Hastanesi’nde görev yapıyor, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
4) Lütfü Salım, 1944 İzmit doğumlu, temizlik malzemeleri ticaretiyle iştigal ediyor, 23.8.2011 tarihinde telefonla yaptığımız görüşmede anlattıkalrından,
5) Erol Girişken, 1948 Adapazarı doğumlu, tüccar, ayaklı Adapazarı arşivi, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
6) Tarık Pekerken, 1957 Adapazarı doğumlu, Makine mühendisi, Mazlum Şekerleme’nin sahiplerinden, 22.8.2011 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesinde anlattıklarından,
7) Tüccar Alaattin Kalay, 1965 Malatya doğumlu, Kuruyemiş ticareti yapıyor, 21.8.2011’de telefon görüşmemizde anlattıklarından,
8) Zeki Aydıntepe, 1943 Niğde doğumlu, Sakaryasporlu profesyonel sporcu, Yeni Sakarya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, 22.8.2011 tarihinde yaptığımız telefon görüşmesinde anlattıklarından,
9) Osman Suroğlu, 1955 Pertek doğumlu, inşaat müh. Çizer, 19.8.2011 tarihinde platin Han’daki bürosunda yaptığımız görüşmeden,
10) İsmail Çakmak, 1963 Adapazarı doğumlu, kumaş ticaretiyle meşgul, 19.8.2011tarhinde Terziler Kooperatifinde yaptığımız görüşmede anlattıklarından..
11) İsmail Aydın, 1960 Düzce doğumlu, yayıncı, 19.8.2011 tarihinde Değişim Kitabevinde yaptığımız konuşmadan,
12) Şaban Üstüner, 1934 Adapazarı (Maksudiye) doğumlu, kırtasiyeci, 19.8.2011  tarihinde Yavuz Kırtasiyede yaptığımız görüşmede anlattıklarından.
Portre / Fahri Tuna
DR. SADIK CANLI:
Modern Tıbbın Beyaz Lekesi!

Bir izzet abidesi.
Modern tıbbın beyaz lekesi.
Zaten lûgatında sadece iki renk mevcuttur: Beyaz ve siyah.
İlkelerin adamıdır o; ilkelerin ve ilklerin.
Gönlünü insanlara ya “tam açar”, ya “tam kapatır”.
1948 doğumlu. Önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezuniyet... Ardından Almanya Ruhr’da on yıl, genel cerrahlık ve kaza cerrahlığı mütehassıslığı...
Çifte cerrahlık mütehassıslığından sonra ülkesine dönen Sadık Bey’in, yaptığı ilk cerrahi müdahale, “modern tıb”ba oldu; cerrahımızın hastası yirmi küsur yıldırameliyat masasından kalkabilmiş değil; halen bitkisel hayatta.
Sadık Canlı’ya göre, modern tıp “Emeviler’le başlar, Fransızlarla değil.” Modern tıbbın bir tek itici gücü vardır: Sömürü” (1)
Dr. Canlı’nın “İslâmî Tıp Tezi” nde, ilk reddiyesi İbni Sina ve Farabi’yedir. Zira; “Modern tıbbın ilham kaynağı bu iki zattır; bozulma onlarla başlamıştır.” (2)
On bir adet tıp kitabını, Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine bizzat kendisi çevirdi.
Deva iksirini fıtratın saf ve bakir diyarlarında arayan bir tıp dervişidir.
Modern tıbba karşı Muhammed Ali...
Tam adı Ahmed Sadık Canlı. Doğrudur; o hem çok hamdeden bir ahmed, hem Allah ve Resulü’nün sadık bir bağlısıdır: Buna, onu tanıyan herkes şahadet eder.
İki metrelik sicim gibi bir boy, beyazı siyahına galip uzun saçlar ve uzun sakallar, uzun oval bir yüz, hafif kalın ve belirgin bir burun, tarihin derinliklerinden bakıyor izlenimi veren zeki bir çift göz... Geniş alnının altını süsleyen kavisli belirgin kaşlar...
Yüz çizgilerinde insanlık tarihinin izleri okunur... Hemen daima, Hz. Adem’le başlayan bir çizginin birikimleriyle yoğrulmuş bir ruh hali.
Hayatının üç aşaması var:  Gençlik yılları, bohem hayatı, sırat-ı müstakim dönemi. Üç dönemin de belki tek ortak paydası; kitap kurdu olmak...
Okuduğu her yüz kitaptan onu tıpla ilgiliyse, doksanı fıkıh, tarih sosyoloji, akaid, mezhep ve medeniyetlerle ilgilidir; evinde ve işyerinde binlerce cilt kitaptan müteşekkil bir kütüphanesi mevcuttur.
Yarım asırlık ömrüne sığdırdığı binlerce cilt kitabın ondaki bakiyesi şudur: Bu iş kitaplarla olmaz!...
Hükmü şudur: “Müslümanlar bilim felsefelerini ihdas etmedikçe, onlara kurtuluş yoktur!” (3)
Tozlu Camii bitişiğindeki muayenehanesi de, Marmara Polikliniği’ndeki muayenehanesi de, bir hekim muayenehanesinden ziyade Adapazarı’nın ‘Hikmet Meclisi” dır;  beyni fikir ve medeniyet hassasiyetiyle zonklayanların yollarının kesiştiği noktadır orası.
O bazılarının ağabeyi, bazılarının üstadı, bazılarının sırdaşı, bazılarının dert babası; mesela Tarık Pekerken’le benim şeyhimdir; bir farkla; bizim tekkede müritler şeyhi yönetir!..
Zaman zaman Ebu Hanife bakışı, ekseriya İbni Arabi yaşayışı, arada bir İbni Teymiyye... İşte Sadık Canlı!...
Orucu Davudidir; bir gün açık, bir gün kapalı.
Dostlarına göre; yakın dostu merhum özdeyiş sanatçısı Mehmet Salah gibi, sigarayı çaya yaren eden; rahle-i sohbet halkası piridir.
Coğrafyamızın muhtarıdır o; Balkanlardan Kafkaslara onun kadar ilgi sahibi insanı, az gördüm. Aynı şekilde o ülkelerden gelenlerin de ilk uğrak yerlerindendir tekkesi.
Çocuklarımızın isimleri bizim dünyamızı açıklar; işte altı çocuğunun isimleri: Ece, Aslı, Ayşe, Fatma, Zeynep ve Mustafa Ömer.
Akide şekeri götürdüğümde çocuklar gibi sevinen bir tek çocuk gördüm hayatımda: Sadık Canlı; akideyi yerken adeta Devlet-i Aliyyeyi Osmaniye’de yaşamaktadır.
İtiraf etmeliyim: Ona her akide götürüşümde, bir taşla iki kuş vurmaktayım: Bir, onu mutlu görmek, iki, yüz yıllık Mazlum Şekerleme’nin fındıklı akidesini test ettirmek...
Hikmet ve kitap mecnunlarının uğrak yeri, bizim kitapçı İsmail’e göre; “öfkelerinde de, sevgilerinde de biraz mübalağalıdır”; mübalağanın yakıştığı adam!
Bohem bir hayatın zirve ve uçurumlarından, insanlık tarihinin zirvelerinde kanat çırpmak...
... İşte Sadık Canlı’nın hayatı...

(1)           Akit Gazetesi, 29 Ekim 1997 tarihli röportajı.
(2)           Akit Gazetesi, 29 Ekim 1997 tarihli röportajı.
(3)           Özel bir sohbetinden.


Sadık Canlı 25 yaşında  

garip1


Sadık Canlı 55 yaşında
garip2



















 Sadık Canlı 60 yaşında
garip3


5. Sapanca Şiir Akşamları’nda Boşnak Şairlerle Sohbet – 2005
(Soldan oturanlar: ) Mustafa Şırbiç, Dr. Sadık Canlı, Seida Cehayiç (ayaktakiler soldan:) Dr. Hasan Sağlam, Yrd.Doç.Dr.Yılmaz Güney. (Fotoğraf: Fatih Gürsel)
garip4


Üç kişilik Sadikıyyun Tarikatın ikisi: Sahte Şeyh ve Asi Mürit Sadık Canlı ve Fahri Tuna) – 2005
(Fotoğraf: Fatih Gürsel)
garip5

23 Ağustos 2011 Salı

Kara harekatı yapılacak mı?

KARA HAREKATI TARTIŞMASI / 1

PKK’nın eylemlerini yeniden tırmandırmasına paralel olarak Başbakan Erdoğan’ın da dilini ve üslubunu kademe kademe sertleştirdiğine tanık oluyoruz. Erdoğan’ın önceki akşam partisinin İstanbul örgütünün geleneksel iftar yemeğinde yaptığı konuşma bu bakımdan bir zirve olarak görülebilir. Gerçekten çok açık ve netti, çok ama çok sertti. Erdoğan’ı yaklaşık 25 yıldır izleyen bir gazeteci olarak onun “siyaseten” böyle konuşmadığı, PKK’ya yönelik öfkesinin son derece “sahici” olduğu kanısındayım. Onun niye bu derece öfkelendiği hakkında bildiklerimiz ve tahmin ettiklerimiz var, ama kamuoyuyla, en azından şimdilik, paylaşmak istemediği birtakım (istihbari) bilgilerin Başbakan’ı böylesine bir tavıra sevk ettiğini düşünebiliriz.

Bu “sahici öfke”nin sahici, yani elle tutulur, somut gelişmelere neden olacağını kestirmek güç değil. Bu bağlamda, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik hava operasyonlarının “açılış” olduğu, devamında PKK’ya yönelik diğer askeri seçeneklerin de devreye sokulacağını söylemek mümkün. Bu seçeneklerin başında hiç kuşkusuz sınırötesi kara harekâtı geliyor. Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü PKK’nın eylemlerini tırmandırıdığı her dönemde bu seçenek gündeme geldi ve birçok kez de hayata geçirildi. İran’ın PJAK’a yönelik olarak bir süredir Irak topraklarında harekât yürütüyor olması ve bunda belli başarılara ulaşması Ankara için bu seçeneği daha cazip kılıyor olabilir. Hükümetin böyle bir harekât için ihtiyaç duyduğu yetki tezkeresini TBMM’den çoktan almış olduğu da hatırlanacak olursa her an TSK’nın bir kez daha Irak’ın kuzey bölgelerine girmesine tanık olabiliriz.

İşte bu yazı dizisinde sınırötesi harekât seçeneğini, geçmişteki örnekleri de hatırlatarak uzmanlarla tartışacağız. Kendi görüşümüzüyse dizinin son bölümünde kaleme alacağız.

‘En büyük avantaj Erdoğan’ın siyasi liderliği ve kararlılığı’

PKK yıllardır varlığını sürdürmesine rağmen hakkında kaydadeğer sayıda bilimsel araştırma yapılmış değildir. Bu noktadaki istisnaların başında Dr. Nihat Ali Özcan’ın 1999’da çıkan “PKK: Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi” adlı kitap gelir. Dr. Özcan sorularımızı şöyle cevapladı:

Hükümet yetkilileri sürekli olarak PKK’ya karşı “daha farklı ve daha şiddetli” bir mücadeleden söz ediyorlar. Siz nasıl bir mücadele öngörüyorsunuz?

Öncelikle PKK’nın organizasyon yapısını, halk desteğini ve stratejisini nasıl tanımlıyorsunuz, buna bakmak gerekir. Bana göre PKK tipik bir ayaklanma olayıdır. Bu nedenle, politik amacına ulaşmak için organize, uzatılmış politik-askeri bir strateji izliyor. Hükümeti halkın gözünde küçük düşürecek, etkisiz kıracak, meşruiyetini zayıflatacak paralel bir iktidar kurma ve yaşatma iddiasında. Hükümet de yasalar içinde kalarak, elindeki ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik ve diplomatik araçlarla erozyona uğrayan varlığının yeniden tesis için “güvenlik inşasına” girişicek gibi görünüyor. Yeni stratejilerin ne olduğu açık değil. Her geçen gün, zaman hükümetin aleyhine işliyor ve bürokrasinin kendisini dönüştürme ve öğrenebilme kapasitesine bakınca bazı şüphelerim olduğunu söyleyebilirm. Ancak en büyük avantaj, Erdoğan’ın siyasilider liği ve kararlılığı olabilir. Ne var ki mevcut yasal düzenelemeler, psikolojik iklim, idari yapılanma ve devlet kurumları arasındaki güvensizlikle işlerin istenen biçimde gitmesinin zor olduğunu söyleyebilirim. Güvenlik ile diğer alanlar arasındaki dengenin güvenlik aleyhine bozulduğu görünüyor. Hükümet de bu dengeyi yeniden inşa etmek zorunda olduğunu anlamış durumda. Bu tabiatı itibarıyla zor bir iş. PKK’nın uyguladığı yıpratma ve bozma stratejisinin bir sonucu olarak bu ülkede ve coğrafyada hiçbir şey bir birinden bağımsız değildir. Ortadoğu’daki “Arap baharı”ndan, tutuklu general ve subaylara, yasalardaki güvenlik güçlerinin hareketlerini kısıtlayan düzenlemelerden, son zamanlarda kamuoyunda “devlet”i katil, kriminal, güvenilmez gösteren tartışma ve ifadelere kadar her şeyin iyi ve senkronize yönetilmesi gerekir.

Günümüzde yeni bir kara harekâtı gündemde. 1990’lardaki en kapsamlı harekâtlardan olan “Çelik” ve “Çekiç” harekâtlarına ve 2008’deki Güneş Harekâtı’na baktığımızda bu sefer farklı olarak ne yapılabilir?

Harekât kavramı çok muğlak. Çünkü harekâtın kuvvet, zaman ve mekan boyutu sonuçlarıyla yakından ilişkilidir. PKK’nın askeri aklı da bunu anlamış olduğundan Kuzey Irak’ta buna gore konuşlanmış durumda. Çünkü Kuzey Irak, güvenli bölge olarak PKK açısından hayati öneme sahip stratejik bir bölgedir. Kuzey Irak yoksa PKK da yoktur. Varsa PKK 100 yıl daha yaşar. O zaman sizin harek âttan ne beklediğiniz önemli. PKK’yı ağır hasara uğratmayı düşünüyorsanız, karadan girer 250 kilometere derinliğe gider ve bir-iki yıl kalırsanız . İş farklı bir noktaya gider. “Yok bunu yapamam , uluslararası ortam uygun değil” ya da “bütçede yeterli para yok” vs. derseniz, o zaman 10-15 km sınırı iki noktadan geçer kamuoyunun gazını alırsınız kısa vadede. Uzun vadede de halk size olan güvenini kaybeder. Bu nedenle stratejik amaçlı olanlara hiç ihtimal vermiyorum.

90’larda oldukça yoğunlaşan sınır ötesi harekâtların bilançolarına baktığımızda öldürülen PKK’lı sayısının hiç de az olmadığını görüyoruz. Peki eksik olan ne?

1990’larda güvenlik dengesi lehine, ekonomik, kültürel, hukuki dengeler bozulmuştu. Örneğin devlet köylerini terk eden insanlara birkaç milyar dolar para ödedi. Ancak bu paralar o zaman verilip insanlara iyi bir yaşam sağlanabilirdi. Zor bir süreç olduğu doğrudur. Güvenlik sağlandığındaysa diğer aktörler çeşitli nedenlerle ve gereken hızla sistemi inşa edemediler. Şimdide dengeler güvenlik aleyhine bozuldu. Bunu yeniden ve sağlıklı inşa etmek artık ciddi zorluklar içeriyor.

Türkiye’nin geniş kapsamlı bir sınırötesi kara harekâtı yapması durumunda bölge ülkelerinin tutumu nasıl olur?

Bu bir varsayım. Kapsamlı bir sınırötesi harekâtı mümkün görmüyorum. Kimse de memnun olmaz. Ne İran, ne Suriye ne ABD, ne AB, ne de Kürt yönetimi.

YARIN: Özcan: PKK kör bir etnik çatışmayı bile tetikleyebilir

KRONOLOJİ

Çelik, Tokat, Çekiç, Şafak, Murat, Güneş...


Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) PKK’ya yönelik ilk sınırötesi kara harekâtı1983 yılında yapıldı ve 5 ila 7 bin asker Kuzey Irak’a girdi. O tarihten bu yana, “sıcak takip”, PKK eylemlerine “misilleme” gibi nedenlerle, kimi zaman da stratejik planlama ışığında çok sayıda sınırötesi kara harekât ı düzenlendi. Bunların en kapsamlılarını kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:

- Kuzey Irak Harekâtı: TSK’nın Irak’ın kuzeyinde düzenlediği bu ilk geniş çaplı operasyondur 5 Ekim 1992 günü başladı ve 40 gün sonra, 15 Kasım 1992 ’te sonuçlandı.

- Çelik Harekâtı: 20 Mart 1995 tarihinde 35 bin askeri personelin katılımıyla başlayan bu operasyon Türkiye tarihinin en kapsamlı birkaç sınırötesi harekâtından biridir.

- Tokat Harekâtı: 14 Haziran 1996 günü başlayan operasyon Kuzey Irak’taki PKK’lıları hedef aldı.

- Çekiç Harekâtı: 12 Mayıs 1997’de başlayan ve 7 Temmuz 1997’de biten operasyon ile iki yıldır bahar ve yaz aylarında yapılan harekâtlara bir yenisi eklenmiş oldu.

- Şafak Harekâtı: 25 Eylül 1997’de başlayıp, 15 Ekim 1997’ye kadar süren bu harekâtta 865 PKK’lı öldürürken, 31 asker ve korucu şehit oldu.

- Süpürme Harekâtı: 5 Aralık 1997’de, kış mevsimini geçirmek için Kuzey Irak’taki kamplara yerleşen PKK’lılara karşı düzenlendi.

- Murat Harekâtı: 1998 Nisan ayının son haftasında 39 bin 500 askeri personelin katılımıyla yapıldı.

- Güneş Harekâtı: AKP hükümeti dönemindeki tek sınırötesi kara harekâtı 21 Şubat 2008 tarihinde Kuzey Irak’ta belirlenen PKK hedeflerine karşı düzenlendi. 29 Şubat 2008’de sona erdi.

‘Bir kara harekâtıyla PKK’nın askeri gücü bitirilemez’

Radikal Gazetesi yazarı Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakır?” başlıklı rapor Haziran ayı sonunda açıklandıktan sonra geniş yankı uyandırdı. Çandar ile yeni bir kara harekâtı ihtimalini tartıştık:

PKK’nın silahsızlandırılması üzerine daha yeni rapor kaleme aldınız. Son günlerde yaşananlar sizi umutsuzluğa sevk ediyor mu?

Hayır. Rapor dikkatle okunduğu takdirde, bu tür gelişmelerin öngörüldüğü görülecektir. Zaten, PKK’nın silahlı mücadelesinin 30 yıla yaklaşık tarihi böyle gelgitlerle doludur. Rapor, bu tarihi göz önüne alarak ve bugünküne benzer bir konjonktürden etkilenmeyecek biçimde yazılmıştır. Raporun anlamı ve amacı, verili bir durumda, yani sorunun mevcut aktörlerinde temel bir değişiklik olmadığı takdirde, “dağdan iniş”in nasıl gerçekleşebileceği ile ilgilidir. Elbette ki son günlerin tehlikeli bir tırmanmaya işaret eden gelişmeleri, insanları sorunun çözümü konusunda karamsarlığa sevkettirecek yeterli işaretlerle dolu. Ancak umutsuzluğa yer olmadığı kanısındayım. Herhangi bir umut ışığı henüz görülmemekle birlikte...

PKK’ya karşı hava harekâtına ek olarak sınırötesi kara harekâtı yeniden gündemde. Böyle bir harekât mümkün mü?

Sınır ötesi kara harekâtı ihtimal dışı değil. Ne var ki,bundan önceki kara harekâtları deneyimleri dikkate alınırsa, şimdi yapılacak bir kara harekâtının PKK’nın askeri gücünü bitirme ya da çok ağır bir darbe indirme anlamında sonuç vermesi mümkün değildir. Eğer, kara harekâtı Irak Kürdistanı’nda bir tampon bölge oluşturmak amacına yönelirse, yani kalıcı biçimde Irak Kürdistan topraklarına Türkiye askeri gücü yerleşirse, bu, Kürt sorununa ilişkin tüm parametrelerin değişmesi demektir. Tampon bölgenin etkili olabilmesi için ise, Irak Kürdistanı’nın neredeyse dörtte üçünün askeri işgal altında sokulması gerekir.

Eğer yapılırsa neler getirir, neler götürür?

Kara harekâtının neler getireceği, neler götüreceği hangi kapsamda, nasıl bir kara harekâtı yapılacağına -eğer yapılırsa- bağlı. Bugüne kadar yapılmış olanlara benzer cinsten bir kara harekâtı, iç kamuoyunu ve kendi kendini aldatmaya yarar. Başkaca, esaslı bir şey getirmez. Kalıcı nitelikteki bir kara harekâtı ise, Türkiye’nin Kürtlerle topyekun bir savaşına dönüşür ki, bunun da istenen herhangi bir sonucu getireceği söylenemez.