3 Ağustos 2010 Salı

Kâbustan Kurtulmak Elinizde

SARAH KERSHAW ALBUQUERQUE,
NEW MEXICO

Kâbusları yeniden oluşturmayı öğrenen Marcia Naughton, ucunda alıcılar olan kablolarla uyuyor.




Emıly'nin arabası büyük bir şehrin caddelerinde korkunç hızla ilerlerken, onu kovalayan ve devasa gözlere sahip olan ürkütücü bir şey de hızla yaklaşıyordu. Elbette ki, bu bir rüyaydı. 50 yaşındaki lise öğretmeni Emily Gurule, rüyasını Doktor Barry Krakow'a anlattığında doktor bunun ne anlama geldiğini çözümlemesini istemedi. Sadece yeni bir rüya anlatmasını söyledi. Hastalar uyanıkken kullanılan ve senaryo yazımı veya rüya özümleme diye bilinen bu teknik, Krakow'un da geliştirilmesine katkıda bulunduğu "rüya provası tedavisi"nin bir parçası. Tedavi, sayıları gittikçe artan kâbus mağdurlarını iyileştirmek için kullanılıyor. Son yıllarda, kâbuslar giderek kişiye özel bir sorun olarak görülüyor. Araştırmacılar bu tür bilişsel tedavinin kâbusların sıklığını ve şiddetini azaltabileceğine ve hatta onları tamamen giderebileceğine dair artan deneysel kanıtlar elde etti. Tedaviler ise tartışmalı. Başta Jung ekolünden gelen psikanalizciler olmak üzere bazı terapistler, rüyaların uyanık zihne gönderilen hayati mesajlar içerdiğini iddia ederek, kâbusların içeriğini değiştirmeyi değerlendiriyor. New York'taki Carl Jung Enstitüsü'nde rüyalarla ilgili ders veren Psikolog Jane White-Lewis, bir kâbusu yok ettiğimizde "ondan gerçek bir anlam çıkarma fırsatını kaybettiğimizi" söylüyor. Uyku araştırmacılarına göre, yetişkinlerin yüzde 4 ile 8 kadarı muhtemelen haftada bir veya daha fazla kâbus gördüklerini söylüyor. Ancak bu oranın savaş gazilerinde ve tecavüz kurbanlarında yüzde 90'a kadar çıktığını söyleyen Krakow, travma sonrası stres tedavisinin kâbuslara daha etkin biçimde odaklanması gerektiğini belirtiyor. Rüya tasarlama, psikolojik çatışmaları çözmek için rüyalardan yararlanma ve travma ile rüya arasındaki ilişki konusunda uzman olan Harvard Tıp Fakültesi'nden Psikolog Deirdre Barrett, savaş travması veya işkenceden kaynaklanan kâbuslara yönelik artan ilgiye şaşırmış. Barrett, "Rüyalara önem veren psikologlar eskiden rüya yorumuna ağırlık verirdi. Ancak terapistler rüyaları etkileyebileceklerini, onlardan belli konularla ilgili bilgi edinebileceklerini ve kâbusları değiştirebileceklerini anlıyorlar" diyor. Hollywood, rüyaları kontrol etme fikriyle ilgili kendi yorumunu yakın zamanda ortaya koydu. Geçtiğimiz günlerde gösterime giren "Başlangıç" (Inception) adlı gerilim filmindeki olaylar, rüyalar ülkesinin en karanlık bölgelerinde geçiyor. Filmin öyküsü, klinik tedavi uzmanlarınca geliştirilen "bilinçli rüya" tekniğine dayanıyor. Uzmanlar bu tekniği, gördükleri rüyalardan korkan insanların rüya esnasında, bunun aslında bir rüya olduğunu anlamaları için kullanıyor. Barrett aslında kâbuslarla ilgili çalışmaların, altta yatan asıl sorunu çözmek için psikiyatriyle ve davranış tedavisiyle birleştirilmesi gerektiğini belirtiyor. Ama yine de Krakow'un tekniğinin kullanılmasını destekliyor. Barrett, "Barry, yöntemin işe yarayabileceğini gösteren kanıtlar, sayısal veriler ve istatistikler toplayarak büyük bir katkıda bulundu" diyor. Krakow'un uyguladığı kâbus tedavisi, genelde dört seanslık grup tedavisi ve bir ile on arasında bireysel tedavi seansından oluşuyor. Ancak o, üç ile beş arası sayıdaki seansın normalde etkili olduğunu söylüyor. Uyku araştırmalarına katılan hastalar, Krakow'un yazdığı "Kâbusları Rüyaya Dönüştürmek" başlıklı kılavuzdan yararlanarak kendi başlarına da önemli ilerlemeler kaydediyorlar. Buradaki klinikte bulunan Gurule gibi bazı hastalar, şiddetli horlama ve gündüz uyuma gibi şikayetlerle geliyor ve travma kaynaklı kâbus gördüklerini keşfediyorlar. Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) tanısıyla veya yineleyen kâbus şikâyetiyle gelen diğer hastalarda, başka uyku bozuklukları olduğu da görülüyor. Krakow'un son araştırmasında, TSSB ile çeşitli uyku düzensizlikleri arasında çarpıcı bağlantılar bulunmuş. Değişik düzeyde TSSB yaşayan binden fazla hasta üzerinde yapılan uyku araştırmalarını inceleyen Krakow, bunların yüzde 5 ile 10 kadarında, başka uyku sorunları da olabileceğini belirledi. Örneğin, hafif düzeyde TSSB yaşayan hastalarda bile yüksek oranda uyku apnesi saptandı. Krakow, "TSSB ve uyku araştırmaları yapanların hiçbirisi, bu bağlantıları kurmuyor" diyor. Krakow, küçük kliniğini bir otele benzetiyor. Ancak hizmetlere kahvaltı dâhil değil. Klinikteki dört küçük odada, pastel renkli yatak örtüleriyle neşeli ve huzurlu kumsal ve balık resimleri var. Hastalar uyumadan önce, teknisyenler onların üzerlerine uykularını, nefes alışlarını ve hareketlerini izlemek için alıcılar yerleştiriyor. Krakow diğer araştırmacılarla beraber "rüya provası" üzerine yayınlar çıkarmaya devam ediyor. Krakow hastaların yüzde 70'inde, 2 ile 4 hafta boyunca düzenli tedavi uygulanınca kâbusların sıklığının önemli ölçüde azaldığını belirlemiş. Krakow'un ilk hastalarından 55 yaşındaki Roberta Barker, Japonya'da İngilizce öğretmenliği yaptığı sırada kaçırılıp tecavüze uğramış ve kaçmadan önce üç gün işkence görmüş. Yaşadığı dehşeti ona tekrar yaşatan kâbusları o kadar korkutucuymuş ki, uyuyamıyormuş. İlaçlar işe yaramamış ve intiharın eşiğine gelmiş. Kâbusların sonradan öğrenilen davranışlar olabileceğini belirten Krakow, ona aslında bir alışkanlığa dönüşen bu rüyaları durdurabileceğini söylediğinde Barker önce inanmamış. Krakow Barker'a, yeni bir rüya oluşturup kaçırılma ile tecavüz içeren kâbuslarından kurtulabileceğini açıklamış. Barker doktora, "Hayır, bu çok basit. İşe yaramaz" dediğini hatırlıyor. Bazı hastalar rüyalarının konusunu değiştirmeye çalışıyor. Barker ile beraber tedavi gören bir tecavüz kurbanı, tecavüzcüsüne beysbol sopasıyla karşı koyduğu bir rüya tasarlamış. Yepyeni bir rüya yaratmak zorunda olduğunu hisseden Barker ise kuşları seçmiş. Barker bununla ilgili, "Kuşları her zaman sevdim. Yabani kuşları, güvercinleri, kumruları, sığırcıkları ve tepeli kestane kargalarını. Rüyamda kuşları besledim, görüntüleri çok sahiciydi. Uçuşlarını ve ötüşlerini duyabiliyordum. Artık çığlık çığlığa uyanmak yerine, rüyada kuşları gördüğümü bilerek uyanıyorum" diyor.

Kaynak:The New York Times

1 Ağustos 2010 Pazar

KÖYLÜLER 2. KURTULUŞ SAVAŞINA HAZIRLANIYOR

Önceki gün Ankara'da DSİ Genel Müdürlüğü'nde önemli bir toplantı vardı. Bir kısmı basına kapalı yapılan ‘Özel Sektör HES Projeleri Toplantısı’ başlıklı buluşmaya son günlerde en çok tartışılan iki bakan başkanlık etti. Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun sayıları 100'ü bulan konukları, Türkiye'de adeta rant ve yandaş kayırma politikalarının yeni pazarı olan ve dünyanın en zengin coğrafyalarından biri olan Anadolu'nun doğasını gözünü kırpmadan katleden 'sözde' enerji yatırımcılarıydı. Sözde diyorum çünkü enerji sektörüne sonradan geçiş yapan birçok firmanın, bir kaçını saymazsak; inşaat, tekstil ve turizm gibi alanlardan gelmesi tabloyu özetliyor. Bakan Yıldız da bu alanda ortaya çıkan dere simsarı ‘çantacı’ların varlığını konuşmasında dile getirmiş.




YUTTURULAN 'TEMİZ ENERJİ' ZOKASI

Hem Eroğlu, hem de Yıldız, son dönemin en çok tartışılan nükleer enerji ve hidroelektrik (HES) enerjisi konusunda kamuoyundan gelen tepkilere rağmen asla geri adım atmayacaklarının altını çizdiler. Her iki bakan da Türkiye'nin enerjide dışa bağımlı olduğu görüşünü yineleyerek bu iki alandaki yatırımcıların/ yatırımların arkasında durduklarını vurguladılar. Özellikle de HES'ler, yarattıkları onca doğa katliamına, yüz binlerce, hatta milyonlarca insanı yaşam alanlarından kopartacak sosyal maliyetler içermesine rağmen "temiz enerji" çerçevesinde değerlendirilmesi kamuoyuna yutturulan en büyük zokalardan biri.

Toplantının HES yatırımcılarıyla yetkililer arasındaki karşılıklı görüşme kısmının basına kapalı gerçekleştiğini öğrendik. Ancak Yıldız’ın basına açık yaptığı konuşmasında altını çizdiği satırlar çarpıcı: ''Özel sektör kanalıyla büyümeye karar verilen bu ortamda özel sektörün sıhhatinden sorumlu olduğumuz bir ortamda bulunuyoruz. Özel sektörün problemine 'ben verdim, ondan sonrası ne yapar?' diyemeyeceğimiz bir ortamda bulunuyoruz.”

Bakan’ın konuşmasından da anlaşılacağı üzere halkın arkasında duramayan hükümet yatırımcıların arkasında. Aylardır ülkenin neredeyse bütün derelerinde yürütülen katliama ve bu katliama gösterilen tepkilerin yatırımcıları endişelendirdiği ortada ki, toplantıdan gelen bilgilere göre HES yatırımcıları da kendi aralarında örgütlenme kararı almışlar.

Kısacası bundan böyle rant uğruna ülkenin kılcal damarlarını kurutma operasyonları 'örgütlü' ve daha da şiddetlenerek yapılacak. Sermaye zar atmıyor!

29 Temmuz'da BM Genel Kurulu'nda görüşülen ve 124 ülkenin oyuyla 'temiz suyun temel insan hakkı' olduğu yönünde alınan karara Türkiye'nin 41 ülkeyle birlikte çekimser yönde oy kullanması, içinden geçtiğimiz dönemin ruhuna koşut politikaların bir tesadüf olmadığının en somut göstergesi.



ANADOLU'DA 'DERE KARDEŞLİĞİ' ÖRGÜTLENMESİ

"Türkiye enerjide dışa bağımlı mı kalsın?" sorusunu soranlara kısa bir anımsatma yapıp, Anadolu'nun belki de tarihte benzeri görülmemiş türden yeni bir örgütlenmenin eşiğinde, hatta tam ortasında olduğunu aktaralım.

Eşzamanlı olarak ülkenin bütün derelerinde yürütülen HES operasyonlarının tamamından üretilecek enerjinin Türkiye'nin toplam enerji ihtiyacının yalnızca yüzde 5'ini karşılayacağını belirtiyor uzmanlar. Bu rakamlar sıklıkla vurgulanıyor ancak bir kez daha belirtmekte yarar var; enerji nakil hatlarındaki kaçak elektrik oranını AB standartlaırna çekmeyi başardığınızda tüm HES'lerden elde edeceğiniz enerjinin toplamının neredeyse iki-üç katı tasarruf etmiş oluyorsunuz...

Ancak enerji özelleştirmeleri ve 'Su Kullanım Hakkı Anlaşması'yla Türkiye'nin neredeyse bütün derelerinin 49 yıllığına özel sektöre devredilmesi Anadolu'da yeni bir kapitalist yağmaya kapı araladı. Öyle ki geçtiğimiz ay sevgilisine hediye olarak HES satın alan bir işadamının varlığından bile haberdar olduk. Kısacası ortaya çıkan bu yeni yatırım ikliminin önceliklerinin salt enerji üretmek olup olmadığı oldukça tartışmalı.

Ekonomik krizin derinden sarstığı bir çok sektör, dünyanın çoğu ülkesinin 30-40 yıl önce yaşadığı bu yağma sürecini, kadim Anadolu'nun binlerce yıllık değerlerini sömürerek kendisine sermaye biriktirme, ayakta kalma alanı olarak çoktan paylaşmış durumda. Dereler, ormanlar, madenler, taş toprak; kısacası insanıyla bitkisiyle canlı yaşamıyla koca bir coğrafya hükümet eliyle vahşi kapitalizmin değirmen taşının altına sürülüyor!

Bunun adı da 'gelişme!'





İş makineleri ormanlara saldırıyor



Konunun bir yanında manzara kısaca böyle. Ancak bir de binlerce yıldır kurgulanan üretim-tüketim ilişkisi içinde yaşadığı coğrafyada, kültürünü ve kimliğini şekillendiren, karnını doyuran doğasının kendisine sorulmadan ellerinin altından kayıp gittiğini gören yüz binlerce Anadolu köylüsü büyük bir şaşkınlık ve öfke içinde örgütleniyor.



DERE SEFERBERLİĞİ BAŞLIYOR

Kastamonu'dan Antalya'ya, Sakarya'dan Artvin'e, Rize'den Erzurum'a, Tokat'tan Gümüşhane'ye, Tunceli'ye Anadolu dereleriyle kardeşleşiyor. Yörüklerle Aleviler, Dadaşlarla Laz uşakları birbirine sarılıyor. Sarıkeçililer tarihlerinde ilk kez yürüdükleri dağlardan Ankara'ya inip eylemlerde pankart taşıyorlar. Mersinli Yörük anası Pervin Çoban Savran, binlerce yılda öğrendiği doğanın dilini kolejli çocuklara öğretmeye başladı. Dereler insana, insanlar dereye dönüşüyor. Kolejli çocuklar Seydişehir yaylalarında davar güdüyor!







Borçka'da yaşananlar

Şirketler buldozerli işgale, Anadolu köylüsü çapalı kürekli 'dere seferberliğine' hazırlanıyor!

İki gün önce Antalya- Korkuteli'nin meyve bahçeleriyle ünlü Sülekler köyünde jandarma 73 yaşındaki köylüyü tartaklıyor; Rize'den, Artvin'den, Kastamonu'dan başka köylüler Süleklerli köylüyü sahipleniyor. Artvinli köylülere silahla saldıran şirket çalışanlarına aynı tepki ülkenin dört bir yanından geliyor. Birbiri ardına basın bildirileri, tepkiler protestolar ülkenin bir ucundan öbür ucuna uzanıyor.

Türkiye, dereleriyle kardeşleşiyor. Melamilerden, Kalenderilerden, Anadolu'nun soylu dervişlerinden buyana unuttuğumuz kardeşleşme kültürü, suyun hazin yokoluşuyla birlikte yeniden uç veriyor. Rizeli Sinan Akçal, tek başına günlerce tuttuğu 'tahralı' dere nöbetiyle daha şimdiden Anadolu'da bir efsane oldu!







Köylüler nöbet çadırında

Dağlardan, derelerden yükselen bu çığlığa dikkat edin. Tarihi boyunca onca saldırıya rağmen yaşam alanlarının bu denli daraltıldığına tanık olmayan bu kadim halk, köklerine sarılıyor. Derelerin türküsüne kulak verin.



AKP'Yİ UYARIYORUZ

Muğla Köyceğiz'deki Yuvarlakçay'da başlayan çadırlı dere nöbeti tüm ülkeye yayılıyor. Süleklerli köylüler bir ardıç ağacının dibine kurdukları çadırda sırayla 24 saat dere nöbeti tutuyorlar. Kastamonu-Cide Loç Vadisi'nde, ülkenin dört bir yanından gelen yurttaşlar bu cennet parçasının rant için yok edilmemesi adına 24 saat nöbet tutuyor. Aksi yöndeki yargı kararlarına rağmen sürdürülen bu hukuksuz talana karşı Rize'de, Artvin'de, Erzurum'da; ülkenin onlarca kentinde yurttaşlar kazma kürek, tüfek balta kendi yaşam alanlarını savunuyor...







Çadırda HES nöbeti

Loç Vadisi yok olursa Rıfat Ilgaz bir kez daha ölecek. Loç Vadisi yok olursa Sarı Yazma öksüz kalacak! Tortum Çayı kurursa Erzurumlu Emrah ölecek! Anadolu’nun dereleri kurursa Bayburtlu Zihni ölecek. Yörük türküleri, teke zortlatması, zeybekler, horonlar, Tahtacı semahları ölecek. Eşen çayı kurursa Leto ana ölecek! Köprüçay borulara hapsedilirse Euromedon ölecek! Dereler kurutulursa Anadolu ölecek.

Devlet yok! Hukuk yok! İnsaf yok! İnsanlık yok!

Gözünü rant hırsı bürümüş şirketler köylüleri kışkırtıyor. Hükümeti, bürokrasiyi, hatta jandarmayı arkasına alan sermaye bindiği dalı kesiyor. Köylüler uyarıyor; "böyle giderse kan dökülecek!"

Biz de AKP hükümetini uyarıyoruz: Anadolu köylüsü, derelerin kurtuluş savaşına hazırlanıyor!

Yusuf Yavuz