26 Temmuz 2010 Pazartesi

SAAT DAYI

SAAT DAYI
(Bu hikayemi Rıfat Ilgaz’ın kendi kadar güzel oğlu Aydın Ilgaz’a ithaf ediyorum)

Yirmi sekiz yıl olmuş Gümüşhane’nin tepelerinde bir dağ köyü ‘Geliniöldü Köyü’ne tayinim çıkalı.. Gençliğim şehre doymadan kendimi uçsuz bucaksız çıplak dağların başında buldum.. Geliniöldü köyüne gelinceye kadar çok mutluydum, yanağımı yastığa koyduğum yeri öper sinema gibi rüyaların içinde kaybolurdum. O gün mutlaka bir sergiye bir tiyatroya gitmiş ve yarının programını çoktan yapmış olurdum. Şimdi bu demirden granit tepelerde bulutların getirdiği kederden başka hiçbir şey yok. Can sıkıntısını dağıtmak için karşı tepelere bir yürüyüş yapsam kendi kendime bağırıyorum: Allahını seversen daha çabuk yürü.. Okuduğum kitaplarda tek başına kalmış insanlara ne çok övgü var, kendi kendinin efendisi, diye.. Gerçi bunlar bu çıplak kurumuş patates gibi dağları görmeden söylenmiş geveze şeyler.. Çabuk hızlı şehirde kaldı bu tepeler içime sığmayan telaşı hiç anlamıyor. Ne sıvasız kapısız okulu ne fare tüylü kırkılmış traşlı çocukları anlatacağım.. Yıllar önce Eğitim Bakanlığı ‘öğretmen hikayeleri’ yarışması düzenlemişti, çok şey yazmıştım ama göndermeye elim varmadı.. Öğretmendim evet ama içimde başka bir hayat vardı.. Şimdi sıkılmak istemiyorsan yarım saat uzaktaki köyün kahvesine gidip altmışaltı ya da domino oynayanları seyredeceksin, ya da şeker çuvalının dibindeki cevizlerimi çıkartıp harita gibi kabuklarına bakacağım.
Lisedeyken kimya hocası hepimizi tek tek mikroskopun başına geçirir görüyor musun derdi, sisli bir şey, görmüyorum. Karşıki tepeler gerçek çıplak ama hiçbir şey görmüyorum. Sessizlik ve yalnızlık kalbimi “katarakt” gibi perdeledi yavaş yavaş körleştirdi.. Kapımın tam önündeki kavak ağacıyla savaşlarımı anlatsam herkes delirmiş bu gibi şeyler söyler, kavağın kurumuş dalı bitmeyen rüzgarla sabaha kadar harkıl harkıl harkıl harkıl, öldürür insanı.
Kapımın önünde tek bir koca kavak ağacını seyrettikçe, harkıl harkıl hep aynı sesi duydukça düne dair ne varsa unutuyorum. Kavak ağacına takılı kaldıkça gözlerim içimde her şey karşıki tepeler gibi otsuz çiçeksiz kuruyor, sabahın rüzgarı tütül tütül tütül, tepelerdeki rüzgar töskür töskür töskür, kuru otları yiyen sarı böcekleri tıhır tıhır tıhır, başka bir ‘dil’, sessizliğin dili. Çok sevdiğim ama çok zaman korktuğum sağanak yağmurlar tavanı delen çatırtılarıyla yağınca, şehirden kalma bir alışkanlık, ne güzel yağıyor diyeceğim, ama yanımda hiç kimse olmayınca, yağmur felaket oluyor, derenin sesi buraya kadar şayıldak şayıldak şayıldak bine kadar şayıldak sayıyorum bitmiyor. Yağmur bitip suyu azalınca derenin şındır şındır şındır, çamurlu yerleri cımbıl cımbıl, çakıldaklı yerleri cumbul cumbul…
Bazen karşı tepeye ordan öbür tepeye yürümek zorundayım, çünkü dünyaya dair tek şey işte ordan görünüyor, şehirlerarası tek tük geçen otobüsler.. Üç saatimi alıyor tek bir otobüs görebilmek, beni tek mutlu eden ses dar dar dar uzaklardan bir motor sesi. Yolda ince ince kuş mu böcek mi sesleri cibil cibil cibil. Sanki çamurda yürüyen kuşların ayak sesleri vıyış vıyış vıyış.. Penceresine başını dayamış bir kız görmek istiyorum, görmesem de o üç saat sıcacık otobüs içinde başını cama dayamış o meçhul kızın görüntüsü en güzel sineması oluyor hayatımın. Çok uzaklardan bir ses durmaksızın neyin sesi vızzık vızzık vızzık, bir tanısam şu vızzık’ı kurtulacağım, tepelerde ama ses dünyasının en altındayım. Çok şanslıysam saçmasıyla bıldırcın keklik avına çıkmış köyün yaşlı dedesi Kara İbrahim amcaya rastlıyorum, kesin külde cızlatıp yiyecek bıldırcınları, kokusu en güzel sinema yıldızlarından daha güzel keklikleri görmek ne büyük macera. Kara İbrahim’in karası çoktan gitmiş saçı sakalı kır, ama kolları çelik gibi, vahşi çağları anlatan belgesellerdeki gibi, torbasında boynu kopartılmış kanlı keklikleri görünce.. ve elime alınca kanlı boynu, sıcacık tüylerini, elimden kapıyor İbrahim amca, tüylerini sanki kafasını kendi kopartmamış gibi merhametle üflüyor püü püü püüü, damarlı elinde bıldırcının incecik ayak kemikleri gıkır gıkır gıkır ağlıyor gibi, ağzıyla kopartılmış başların fırlatıldığı yere koşup hala ürkek gözlerini görünce.. her tarafı uçurum bu köy bir girdap gibi boğarak içine çekiyor, gıkır gıkır boğuyor beni.
Geceleri böyle bilmezdim gökleri, bir büyük mangal yanıyor gibi, hep korkutuyor, bazen alaya alıyorum, ne güzel bedava ışık deyip, gaz lambasına üflüyor söndürüyorum. Aniden patlayan rüzgar, baba tokatı gibi hep beni dövüyor. Kadın yüzü görmeden uykuya da giremiyor insan, dönüp duruyorum.
Bazen babamın ‘vatan’ nutukları geliyor aklıma, ay, kurbağaya seslenmiş, ne kadar çirkinsin diye, kurbağa öyle bir cevap vermiş ki, babam işte böyle bir öğretmen olmamı istedi hep: Ben çirkinim ama burası benim evim, sen güzelsin de ne, misafirsin, beş dakika sonra bulutların ardından çekip gideceksin.
Şehirde yalnızlığa dair aldığım tek akıl yanımda koli koli kitap götürmemdi. Şehir için doğru bir görüş. Buraya gelmeden dünyam bu kitaplardı, sanırdım ki uzun boş zamanlar seyahat eder gibi içlerine gireceğim, sayfalarını coğrafya coğrafya gezeceğim, hepsi boş. Uçsuz bucaksız ot bitmeyen bu demirden tepeleri gördükçe kitapların sayfaları da çoraklaştı. Çatırtı çıtırtı sesine bile hasretsin, kırılacak hiçbir şey yok, uğultulu tepelerde rüzgarın ıslıklarından başka hiçbir şey, hangi kayaların içinden çıkıyor bu ses zohur zohur zohur... Rüzgarın ıslıkları belki de Tanrı’nın kayalıklara öğrettiği şarkılar, ama bana çok yabancı bir dil..
Granit demirden dağların tepelerine çıkıyorum, hangi kaya parçasına bassam güven vermiyor, ayağımın altında zamzuk zamzuk zamzuk, ucu bucağı görünmeyen genişlik derinleştikçe, ufuk, zindanı büyütüyor sadece.. Genişledikçe ufuk sıkıntı büyüyor. Küçücük odama kaçmak istiyorum, burada çay hiç yok, komşu teyzem yine kuşburnu doldurulup kaynatılmış o kara bakır çaydanlığını getiriyor, çaydanlık uçurumdan birkaç defa yuvarlanmış gibi ecüş bücüş.. Pilli el radyosunun dalgaları hep parazitli, anlaşılır bir ses bulmam mümkün değil, olsun, bir umut, parazit sesleri bile avutuyor, bir ses işte.. İnsanın hayatında tanıdığı sesler kokular müzik görüntü bir anda değişince belki de gurbet buna diyorlar ve dayanaksız ve dayanıksız kalıyor ruhunuz..
Ağaçlar olsa da gölgelerini takip etsem, yok, dağların gölgelerine takılıyorum, sabahın gölgeleri, akşamın gölgeleri nasıl mağrur, dünyada her şeyi düzene bu gölgeler sokuyormuş gibi, istersen seyretme başka sinema yok, gölgeler dediğim dağların röntgen kaburgaları, hiç masum değiller kutsal bir kalkan gibi çirkinliği mi örtüyorlar, karanlık gölgelerde dağlar bile kum kum çözülüyor, kıraç tepelerden kırılmak ayrılmak için mi düşer taşlar, yoksulluğumu en güzel kırılmak için rüzgarı bekleyen taşlar mı söyler, içime işliyor. Hayatımda aklımdan hiç geçmemiş hiç düşünmediğim bir şey, bir çakı bıçağı her şeyim oluyor, bir öğrencimin elinden azarlayarak almıştım.. Elime bir dal bir tahta alıyor gün boyu kalem ucu açar gibi yontuyorum, zıçkara zıçkara zıçkara, böğürtüyorum zavallı dalları.. Saatler geçiyor yontuyorum akşam karanlığı basıyor yontuyorum.. Tuhaf biçimsiz yontulmuş soyut heykellere özeniyorum, bu korkuyla hiçbir şey olmuyor, yontarken hayallerimi unutuyorum, biçimsiz çirkin oyulmuş sopalara canım bir daha sıkılıyor bir daha ortadan kırıyor parçalıyorum, akşamı çalıları gölgeleri..
Dereyi unuttum, on dakika yürüme iniyorum, parmak büyüklüğünde yeşil kertenkeleleri tanıdım, yılan gömlekleri, dere kenarında ıslak taşların altında tarihin ilk gününden beri huzur içinde uyuyup hep saklanan kıvıl kıvıl solucanlar, korkuyla örtüyorum taşı yorgan gibi üstlerine, yuvalarını bozmaktan suçluluk duyuyorum, ah solucan kardeş, insanın aklı yuvası kadardır. Bir daha ki gelişime dayanamayıp ne yapıyorlar deyip bir daha kaldırıyorum taşları, ah benim tek komşum solucancık, kendini mi saklıyorsun düşüncelerini mi.. Pis röntgenci gibi merak ediyorum, biz uçsuz bucaksız tepelere sığamıyoruz onlar bir küçük taşın altında bu büyük yuva sevincini nerden buluyor.. Dereden beşyüz metre kadar yukarda sadece burada yazları kuruyan derenin nemiyle yeşillenmiş çayırlık gibi çimen.. Uzaktan güzel görünüyor, çayırın içine girince dağ köstebekleri iri fareler binlerce oyuk, delik açmış, yer altı tünelleri gibi. Sonra öğrendim, tepelerde kuzgun kargalar uçup uçup dalışlar yapıp kartal gibi gagalarıyla tombul fareleri dağ başlarına kaldırıyor.. Kuzgunları seyretmeyi öğrenmek en büyük heyecan gündüzün kara sönmüş yıldızları gibi, ne ruh huzuru ne neşe arıyorlar, tepelerde süzülüp süzülüp birden dağ farelerini boynundan gagalayıp göklere uçuruyorlar.. O Ankara Abidinpaşa’da bıraktığım liseli aşkımı bu kuzgunlar gibi boynundan gagalayıp kaldırsam bulutlara, her şeyim rahat edecek, kimbilir ben de birgün Tanrı’nın huzurunu tadacağım. Biliyorum ucuz bir mutluluk istemediğim için o kitaplar gülüşümü ebediyen elimden aldı.
Dere boyu ağaçları takip edip yürüyorum, karşı tepelerden minicik kuşların cırrık cırrık cırrık sesleri, bir şey dikkatimi çekti, bütün ağaçlar meyve veren ağaçlar, kızılcıklar, erikler, armutlar, elmalar, dutlar.. Köylüler bazen topluyor ve kurutup saklıyorlar.. Muhtar’a sordum bu ağaçların hepsi meyve veriyor kim dikti onları, Muhtar, bu yol, eski İpek Yolu’dur, on binlerce yıl kervanlar buradan geçiyor.. Belki de kervanlar oturup dinlensin ve köylülere ticaret alışveriş çıksın diye hep ‘sebil’ ağaçlar dikmiş.. Demek bir zamanlar böyleymiş, şimdi acı acı seyrediyorum sıyı sıyı sıyı tatlı balı akan kızarmış meyveleri, kavuran güneşte kızıcıklar çatlıyor mızı mızı mızı..
Lise sona giderken ilk boyalı gazetemiz Günaydın Gazetesi çıkmaya başladı, bir ilavesi vardı Ustura diye, bir Aziz Nesin hikayesi diye aklımda kalmış, adamın biri bir köye gitmiş yapacak hiçbir şey yok canı çok sıkılıyor, sonunda dayanamıyor, muhtara ‘siz bu köyde nasıl vakit geçiriyorsunuz’ der, muhtar, kasabada bizim kasap bir kıyma makinesi aldı, akşamları çoluk çocuk gidip kıyma makinesini seyrediyoruz..
Bu fıkraya gülemiyorum, kıyma makinesi de yok, ama o günlerden hafızama kazılmış kıyma makinesinin fışlak fışlak sesleri beni hala meşgul ediyor.
Avuntum, komşu köylerden benim gibi iki öğretmen arkadaşım var, Kamil ve Burhan, gerçi Kamil Erzurumlu, Burhan, iri yarı battal, acı kuvveti olan, buraya çok yakın Bayburtlu.. Hafta sonları yan yana geliriz, üç öğretmen arkadaş dağ bayır yürür, ya da acemice yemekler yapıp oyalanırız..
Gün ve gece boyu konuştuğumuz tek şey, hergün ama yakınlarımıza yazdığımız mektuplar.. Kamil ve Burhan hep yakınarak ‘bizi buradan alın, bir torpil bulun, burası mahrumiyet, taşıma su, yıkanamıyoruz..’ gibi. Sonra Kamil ‘amcamlar Adalet Partisi’nde İlçe başkanını tanıyor mutlaka bir şey yaparlar’.. Sonra Burhan, ‘dayımlar söz verdi, komşumuz su işlerinde kapıcı, gireni çıkanı tanıyor, çok seviliyor’ gibi, hep ‘kaçış’ hep buradan nasıl kurtuluruz planları.. Ben de kurtulmak istiyordum ama yakınlarıma mektup yazıp yardım istemek ağrıma gidiyordu, kendimi güçsüz göstermek istemiyordum, doğrusu, Kamil ve Burhan’dan daha gerçekçi kaçma planı yapıyordum.
Üçümüz de birbirimizden saklamaya çalışırdık, çok sıkıldığımızı, çok. Kamil, Burhan yakın akrabaların gücünü fazla abartırdı:.’ Dayımı herkes tanır.’ ‘Amcam zamanında şeymiş’ gibi.. Alakası yok, uyduruyorlar, ikisi de kimsesiz köylü çocuğu.. Yakınlarından çok güvenli abartarak konuşmalarının tek sebebi vardı, onlar güçlüdür bir yolunu bulur bizi mutlaka kurtarır, ama asıl, kimseler duymadan bir ‘zindana’ kilitlendiğimizi kabul edemiyorlardı.. Kamil ve Burhan ikisi de bahis açıldıkça ‘Allah bir yolunu bulur, Allah bir kapı açar’ gibi canhıraş dualarla sözü tamamlıyorlardı.
Ancak bu konuşmalar bitince her şey biter başka konuşulacak hiçbir şey kalmazdı, dağ bayır yürüyüşlerimizde birbirimizle şöyle didişirdik, ben: “oğlum hiç konuşmuyorsun..” Kamil: “Oğlum ben konuştum ya..”
Sanki yakasına yapışır gibi "ne konuştun Kamil, ne konuştun..", Kamil: ‘yolun başında manzara çok güzel’ dedim ya…
Bir tartışma çıksın bir kavga olsun bir şeyler karışsın hareket olsun diye belki, içimdeki sıkıntının sebebi Kamilmiş gibi, ‘nesi güzel manzaranın Kamil’ diye isyan edercesine bağırıyorum, oysa Kamil o kadar efendi o kadar sakin o kadar temiz bir çocuktu ki, onu kırmış mıyım acaba diye geceleri uykuya zor girerdim..
Kamil, nerden öğrendiğini bilmediğim sakinliğiyle: ‘oğlum, bir daha bak, şu uzayıp giden dere neye benziyor, bunlar Allah’ın işaretleri.. Dağların arkasında yıldız, bunlar Allah’ın harfleri.. Baktığın şu tepeler bayırlar, hepsinin kutsal bir dili.. Çivi yazısı gibi önce anlaşılmıyor ama ruhunla içine girersen, tabiatın hikmetlerini öğrenebilirsin…’
Önümüzden çocuk bir çoban ve iki ineği geçti.. ‘Kamil, şu ineklerin alacalı renkleri harita gibi söyle bakalım hangi sır hangi ayet yazılı…’ diye dalga geçiyorum güya..
Kamil: ‘günahtır oğlum, böyle şeyler söyleme, Allah’ı inkardır..’
‘Bak Kamil, senin kafanın içinde bir ilahi manzara var, sen onu görüyorsun.. Benim güzel muhteşem diyebilmem için sahiden gerçekten ‘güzel’ olması gerekiyor. Sen hayalindekini uyduruyorsun, benim güzel diyebilmem için ısıracağım dişleyeceğim kadar yanımda ve gerçek olması lazım..’
Biz kavga ederken Burhan devreye gider, ‘bakın oğlum birbirinize girecekseniz ben giderim ha’ diye sitemle tehdit ediyor, biraz susuyor ve tartışma bu sefer içimizde devam ediyor.
Arkadaşlarla yan yana gelince anladım, ortak bir Tanrımız varmış.. Kamil, Burhan gittikten sonra çok düşünür oldum, bu Tanrı, hepimizin ortak inandığı Allah mı? İşte konuştukça anlaşamıyoruz. Ama hepimizin inanması için konuştuğumuz dil içinde ‘Allah ne güzel yaratmış..’ ‘Ne güzel manzara, insan hayret ediyor..’ diye bir çok ‘ortak’ kullandığımız cümle var.. Bizden öncekilerin kurduğu bu cümleleri tekrar ederek bizi de ‘ortak bir Tanrı’ya’ inandırıyor.. Biri sıcaklığını neşesini hissettiğin bir Tanrı, diğeri ‘uydurduğun’ bir Tanrı.. Ya da anne babanın çevrenin dilinde sana öğretilen bir Tanrı..
Burhan, sessizliği dağıtarak, ‘Oğlum ben böyle şeyleri tartışmaya korkuyorum, Allah yaratmışsa yaratmış o kadar…’
Burhan’ı küstürmemek için, ‘Ya Burhan o kadar da ciddiye alma, hepimizin canı sıkılıyor işte, birazcık laflayalım, siz hafta sonu gelene kadar burada tek kelime konuşacak kimsem yok.. Yani sen sıkılmıyor musun hiç?’
Burhan, kulağıma eğilip, ‘Hiç bilmiyorsun, gündüzleri bedenimi yiyorum geceleri beynimi..’.. Burhan’ın ağzından bunları duymak şaşırttı beni, içinden çok konuşmuş kendiyle çok hesaplaşmış birinin sözleri bunlar, demek ki, yalnız değilmişim.. Burhan’ı artık bir başka sevdim, can yoldaşı derler ya.. Artık ne yaparsa yapsın ömrüm oldukça en güzel arkadaşımdır Burhan, endişemin ortağı oldu, çünkü bu çirkin ölümcül tepeleri yalnız ben uydurmadım…
Bugünden bakınca yolsuz telefonsuz bilgisayarsız TV’suz o dağ başlarında yaşamanın ne olduğunu anlatmak çok zor. İnsanlık TV’ye telefona o kadar alıştı ki bir zamanlar bu teknik nimetlerin ne denli büyük mucize olduğunu hatta unuttu bile..
Hafta sonları Kamil ve Burhan’ın yolunu gözlemek için uçurum gibi tepeye çıkar, aşağıya bağırırdım, sesimin yankısı, karşı dağlardan vadinin içinde granit dağların boyunlarına çarpa çarpa gücünü kaybederek ulvaa ulvaa ulvaa kaybolurdu.
Bir defasında .Kamil tek başına geldi, Burhan yok. Öbür hafta yok, diğer hafta yok..
‘Niye yok Burhan, Kamil?’ ‘Bilmem?’ ‘Kötü bir şey olmasın?’ Öbür hafta Burhan’ın köyüne gitmeye karar verdik, işte büyük hikaye burada başladı..
‘Oğlum niye hiç arayıp sormuyorsun? Burhan: ‘Valla oğlum benim keyfim çok yerinde..’
‘Kız mı buldun?’ ‘Ne kızı.. Acayip bir adamla tanıştım..’
‘Adamı göreceksiniz, deli meli değil, böyle maceralı adam yok, dilenci gibi ama herkes saygı duyuyor, köyde herkes eğleniyor adamla.. Köylü her akşam kahvenin önünde onu dinliyor.. Masallar, küfürler, hikayeler… Bu kadar şeyi nasıl bilir bir adam? ‘
‘Yani Burhan bir deliye bizi sattın desene..’
Burhan: ‘Yok oğlum sinema gibi adam.. Tanışıklığımız yok, ben de köylü gibi uzaktan dinliyorum ama sözlerine bayılıyorum..’
‘Nasıl bir adammış, göstersene bize?’
Burhan: ‘iyi, hemen, hadi gidelim..?’ Nereye? ‘aşağı köyde adam, oraya, yarım saat tutar..’
Kamil, Burhan ve ben, dört nala atlılar gibi yola çıktık.. Deli gibi koşarken Burhan’ın ‘acayip bir şey oğlum’ deyişi kafamın içinde.. ‘Acayip bir şey’.. Bu ‘acayip’ kelimesi, Burhan’ın ağzından duyduğumda büyülendim, doğru yanlış uydurma bu acayip şey’e kilitlendim. Koşarken ‘boyu ne kadar?’ dedi Kamil Burhan’a.. Burhan:’ Senin benim kadar..’
Kamil:’ ‘Daha nesi acayip oluyormuş oğlum, burnu ne kadar?’
Burhan yumruğunu suratının tam ortasına koydu: ‘aha bu kadar burun oğlum, şaşırırsın..’
Köye girerken derede yüzümüzü gözümüzü cumbul cumbul suyla yıkadık, üstümüzü başımızı çırpıp temizledik ve köy kahvesine geçip hiçbir şey olmamış gibi alçak iskemleye oturduk.. Kahvede hiç kimse oralı değil, kimsenin de yüzüne baktığı yok, ama biz gözümüzü adamdan ayıramıyoruz, film başlıyor gibi.
Burhan, Kamil’e gizlice dirsek vurdu, ‘dedim ya oğlum, nah böyle burnu var..’
Kamil: ‘Hakkaten ayak kadar burun, bunda bir hikmet var oğlum..’
Zayıf, hastalıklı, zavallı birine benziyor, yüzü elleri hurda paslanmış teneke gibi, üstünde giydiklerine elbise demek zor, paçavraları kırpıntılaşıp çürüyüp sarkmış dilenci gibi, adama öyle odaklandık ki, adam dışında her şey haşhaş dumanıyla örtülmüş halelenmiş gibi, Kamil birden titremeye başladı.
Esrar dumanı kahveyi köyü her şeyi örttü, gözlerimiz adama yoğunlaştıkça, boyu uzadıkça uzuyor, bulutları delen ulu bir camii minaresi gibi büyüyordu.
Biz söylemeden cüce boylu kahveci önümüze çaylarımızı koydu, şaşkın şaşkın baktığımız yere merakla o da baktı, azarlar gibi bizi: ‘Ne ulan gözlerinizi faltaşı gibi açmış alık alık bakıyorsunuz Saat Dayı’ya…’
Sonra bizi ihbar edercesine seslendi: ‘Saat Dayı haberin olsun bu gençler Karagöz gibi seni seyrediyor…’
Adam sandalyesinden, eski tahtadan gıcırtıyla sökülen çivi gibi zorlanarak çıkıp bize doğru hareket etti, Burhan korkudan ‘gidelim oğlum yakalandık’ dedi, adam elinde sopası Tur Dağı’ndan inen Musa gibi yürüyen eski bir ağaç gibi yaklaştı… Ayağa kalktık, Kamil, Kabe’deki Hacerülesved taşını öper gibi huşuyla iki büklüm adamın ellerine yapıştı..
Adam, nerdeyse hüngür hüngür ağlayacak vaziyetteki Kamil’e doğru: Sen Erzurum Cennetzade Camii hocası Mehmet Efendi’ye çok benziyorsun, gençliğimde o mübarekle tuğla ocağında çalıştım, ömrü boyu ayak yoluna gitmemiştir (dışkı, bok hiç çıkarmadı demek istiyor), yellendiği olmamıştır, o mübareklerin yellenmesi de esanstır.. Eli paraya hiç değmemiştir, Geylani Hazretleri gibi yediği tavuğun kemiklerini yeniden canlandırır.. ‘
Kamil’in terlemesi kekelemesi titremesi geçti, yüzüne bir ışık geldi, ‘Allah sizden razı olsun efendim…’ ancak diyebildi..
Ve adam Burhan’la bana sopasını uzatıp: ‘Sizin kemiğinize aşk yürümedi, vaktiniz dolmadı’ der demez, Burhan’la gözlerimiz hadi kaçalım dercesine anlaşır gibi tüydük. Yüz metre kadar sonra soluklanırken Burhan, ‘oğlum Kamil’i bıraktık, çağıralım’ dedi.. Uzaktan Kamil’e gizlice ‘hadi gel, bırak oğlum, bak biz gidiyoruz’ işaretleri yaptık.. Kamil önleri ilikli geri geri kahveden çıkıp yanımıza geldi: ‘Siz gidin, ben bu mübarekle bir akşam namazı kılacağım..’
Kamil’e çıkıştım, ‘Oğlum manyak mısın, deliyle namaz mı kılınır, yok osurmuyormuş yok esansmış, yok sıçmıyormuş…’ Kamil hep yere baktı, sesini çıkartmadı.. Tekrar başını kaldırdı bizi teskin eder gibi ‘siz gidin, ben mübarekle kalacağım..’
Burhan’la köy yoluna vurduk, korktuk mu şaşırdık mı, neydi bu, esans osuruk dışkı deyip gülmekten yorulduk, Burhan’a : ‘Kamil’i de anlamadım, manyak mı bu oğlan’ dedim. Burhan temkini bırakmadan ‘öyle deme, ben de mucizelere inanırım, yarın yüzyüze konuşuruz, arkasından konuşmak olmaz..’ dedi..
Hava karardı, gaz lambasını yaktık, radyoyu boşuna kurcaladım parazit çekmiyor. Burhan, tek odalı evin arkasında tahtadan heladan dönüp, ‘oğlum senin hela dolmuş’ dedi.. Buranın akarı olmadığı için hela foseptikti, ancak bir hamam kurnası kadar derin kazabilmiştim, Kamil, Burhan, ben demek üç kişiye yetmemiş.. ‘İşimiz ne, hadi Burhan daha derin bir foseptik kazanalım’ dedim. Burhan:’ korkarım oğlum gece mezar kazar gibi..’ dedi ama ben eski foseptiği kürekle boşalttım, o kazmayı alıp diz boyu derinliğinde daha derin hela çukurumuzu kazdık, yorulduk, acıktık..
Burhan, ‘Kamil’in çantasında kuru dut kuru kaysı ceviz var’, ‘çıkar yiyelim’ dedim.. Vakit geçti, ‘hadi yatalım’ diyecektim, ki, Burhan: ‘bir namaz kılalım öyle yatalım’ dedi.. Burhan’a: ‘Sen namaz kılar mıydın’ dedim.. Burhan: ‘Ne bileyim içimden geldi…’ ‘İyi Burhan üstün başın bok nasıl abdest alacaksın..’, Burhan: ‘dereye ineceğim..’, ‘bu saatte orası zifiri karanlık, dereye kurtlar iniyor…’ Burhan, eline bir inşaat demiri geçirdi: ‘bizim köylüler gibi kurt gelirse ağzının ta içine sokacağım…’, ‘iyi de Burhan, geçen köylüler anlattı, burada traktör büyüklüğünde domuzlar var’, Burhan, gayet rahat: ‘domuz müslümana yanaşamaz..’ derken, kendini zebani yapan bir kudret girmişti sanki içine, zifiri karanlığın içinde kayboldu.
Vurdum kafayı yattım, Burhan’ın o ‘içimden geldi’ cümlesinde kusursuz bir temizlik vardı, eğer insanlığın bir dehası varsa o da samimiyetidir. Anladım Burhan’ı. İnsan çok karışık şeyler yaşar, saygısız küfürlü şakalar yapmış kalbi bozulmuşsa, içinde bir şeyleri düzeltmek için sakin boş bir anını bekler…
Burhan dönene kadar uyuyamadım, bir saat kadar sonra içeri usulca girdi, uyumadığımı görünce ‘biliyor musun, o karşıki tepeler ayetler hikmetlere dolu’ dedi…
Olup bitenden yorgundum zaten bir de çukur kazmış hepten güçten düşmüştüm, üstelik yıkanmamış terle bok kokuyordum, Burhan’a cevap verecek halim de yok, ‘git işine Burhan, hadi zıbar yat..’ dedim.. Burhan: ‘inanmıyorsun bana değil mi, çık dışarıya bir bak, her tarafta güzel bir koku dalgası var, küçük böcekler yer değiştiren harfler gibi ilahi bir kokuya doğru uçuyorlar, derenin sesini dinleyeceksin Kabe’de hatim indirir gibi, bak valla doğru diyorum, derenin sesi sanki Osmanlı orduları sefere çıkıyormuş gibi..’
Bu dereye gece gündüz ben de dinliyordum ama bu kös seslerini hiç duymamıştım..
‘Öfff Burhan’ deyip saman yastığımda döndüm, uzun demir tellerinden bir kaçı gevşemiş somya karyolanın gıcırtıları rüzgarın sesini bastırdı…
Sabah uyandığımda Burhan yoktu, telaşla kapıya fırladım, yola doğru tepelere doğru Burhan Burhan diye boşuna bağırdım yankısı Orhan Orhan diye geri geldi.. Umutsuzca geri döndüm, masanın üstünde bir not..
‘Seni uyandırmaya kıyamadım, uyku tutmadı, gece Saat Dayı girdi rüyama.. Bayburt’ta ordudan atılmış bir öğretmenimiz vardı, altmış ihtilalinde bileklerine takılan kelepçeyi kıracak kadar güçlüydü, yakında masonlara karşı bir milyonluk ordu kurulacak, bu milli orduya yazılmalısın acele et..’ dedi..
Notu okuyunca kaskatı kesildim, alt tarafı bir adamla tanıştık ve o gün iki arkadaşımı kurban verir gibi kaybettim.. Bir büyünün mistik bir dehlizin içinde kapana kısılmışım gibi.. Anadolu toprağında öyle derin yarıklar var ki bugüne kadar anlayabilmiş değilim.
İlkel vahşi bir gerçeklik içinde mi yaşıyorum yoksa bu esrarlı karışımın dilini mi bilmiyorum. Olup bitenin şaşkınlığı beni uçurumun tepesine sürüklüyor, at kendini…Varsa beni koruyan bir Tanrı, düşerken havada bulurum bir çift kanat, ben de süzülür girerim köylü çoçukları gibi bu esrarlı rüyanın içine..
Bu tepelerde bir gün daha kalırsam biliyorum uçurum beni içine alacak, yarından tezi yok, pılını pırtını topla ve öğretmenlikten istifa edip memleketin Ankara’ya dön..
Bavulumu topladım, kuşlar yesin diye kuru dutları kaysıları kapının önüne fırlattım, dün akşam tırnaklarımla kazıyıp siftah yapmadığım foseptik çukuruna nedense duygu dolu yaşaran gözlerle baktım ve rüzgar içeri girip ne varsa savursun diye kapıyı açıp bırakıp yola düştüm.
Yolda düşündüm birkaç kişiye Allahıısmarladık demeyelim, köy kahvesine alçak hasır iskemleye çöktüm, çay söyledim..Cüce çaycı beni görür görmez şamatayla bağırdı: ‘Saat Dayı seninki geldi..’
Oralı olmadım, birazdan kalkıp yola çıkıp bir araba bekleyeceğim, iki saatimi alır. Boş bardağı önümden alırken, cüce çaycıya, bilmem işte bir refleks, sordum: ‘Niye Saat Dayı diyorlar’..
‘O dedi, hoşuna giden her şeye Saat gibi der, kimse deli demez, eğlencemizdir severiz onu, çay güzelse saat gibi çay, yemek güzelse saat gibi yemek, manzara güzelse saat gibi manzara… Ondan çay parası da almayız..’
Sonra cüce çaycı bana dönüp: ‘cenaze için mi indin yukarı köyden dedi?’, ‘Ne cenazesi?’
Saat dayı yandaki masada birden lafa girdi: ‘Kop Dağı’nda arabası yuvarlandı öldü, Allah’tan çocukları yok, gencecik kadını dul bıraktı, (hayıflanarak) yazık, saat gibi kadın…’
‘Bugün mü ölmüş..’ dedim hayretle, Saat Dayı: Cenaze namazı birazdan, saat gibi, siması güzel bir kadın…’
Siması güzel kadın.. Bu yaşıma kadar duyduğum en güzel cümle.. Siması güzel.. Siması güzel.. Saat gibi.. Siması güzel lafı içimden geçtikçe canlanıyorum, o ana kadar tatmadığım bilmediğim tarifsiz bir mutluluğun içindeyim, kuş gibiyim, siması güzel kadın… Hiçbir hikaye hiçbir şiir hiçbir roman hiçbir film hiçbir şey ‘siması güzel kadın’ cümlesi kadar beni sarsmadı, değiştirmedi, çarpmadı.. Siması güzel kadın… karanlık kurtlu çiyanlı mezarlı bir zindandan tadlı yumuşak bambaşka heyecanların bulutların üstünde uçuyormuşum gibi, elime ilahi bir reçete tutuşturulmuştu sanki, üstünde tek cümle yazıyor: Siması Güzel Kadın.
Köye geri döndüm, ilk defa seke seke, kuru otlar dünyanın en güzel çiçekleriymiş yola yola.. Kulağımı sararmış küçük otlara dayıyorum fıtır fıtır ne güzel müzik aleti böyle.. Açık bıraktığım kapının üst tahtası çok sağlam bir kirişti.. Niye hiç düşünmedim, karşıki kavakla burası arası ip çekip salıncak yapmayı, gerilen salıncak ipinin sesiyle haykıl haykıl bağıran kavağın dili hındı hındı hındı yumuşadı. Sonra foseptik çukuruma koştum, bu kadar küçük çukur yetmez bana dedim, daha derin kazmalıyım…
Siması güzel kadın.. Bavulumdan pilli radyoyu çıkartıp çıkartmaz o parazitler kaybolup gitti, düğmeyi çevir çevirmez ne güzel türküler buldum.. Radyomla birlikte ‘harman yeri sürseler..’ söylemeye başladım, ki, bir tüfek sesi.. Kapıya çıktım, Kara İbrahim amca, bohçasıyla nerden geliyor?…
Demirden ağır sıkıntıyla yürüdüğüm tepelere şimdi koşarak çıktım, uçurumun başındayım, Allah’ım ne güzel kelime o, siması güzel kadın, kanatlarım var, çıldıracak kadar derin bir sevinç gölgeleriyle sallıyor uçuruyor..
Kalbim ağaçların sesini duyup çırpınıyor, yamaçlara doğru küçücük taşlı tarlalar, buğday tarlası beni bekliyor üstüne çullanarak atlamam için, sahiden tepelerin kalbi var. Patikanın kenarında kırılmış çömlek çanak içinden kırılmış gibi, bana, şu demirden granit dağlar, her birinin çehresi, kaysı gibi, boz, kurumuş armut gibi içinde şeker saklı. Allah’ım yer yüzünde otları bu kadar tatlı başka yer var mı? Otunu böceğini kayasını şeker gibi helva gibi ısırıp dişleyip yiyeceğim.
Yatıyorum, siması güzel kadın cümlesi, uyanıyorum, siması güzel kadın, işte o güzel simalı kadının kalıbı bu dağlara derin kat kat gölgelerle kazılmış..
Ne köye gidip o dul kadını merak ediyorum ne dulluğu beni kışkırtıyor..
Beni uçuran tek cümle: Siması güzel kadın.. Baktığım her yerde dün kahvede Saat Dayı’nın ağzıyla Allah’ın bana armağan ettiği siması güzel o kadını görüyorum. Siması güzel kadın perdeleri kaldırdı, gözlerim sahiden gerçek bir rüyaya uyandı, tabiat, gece, rüzgar, dere, tepeler, radyom ‘sabahın seherinde ötüyor kuşlar..’, dağ taş toz toprak pekmez gibi pestil gibi her gün emerek en tatlı yerlerinden yiyorum.
Bir yıl dayanamam demiştim, on yıl kaldım, daha da uzatırdım, tayinimi Gümüşhane merkeze zorla çıkarttılar. Bir babamın cenazesine gittim geldim Ankara’ya, yirmi sekiz yıldır buradayım…( Kamil’i Burhan’ı yüz yüze 28 yıldır gördüğüm yok, Kamil’i şu cemaatcilerin TV’nunda görüyorum bazen, Burhan, partinin ilçe başkan yardımcısı, yerel gazetelerden izliyorum, müftü bıyıklı ama niyeyse fular takıyor..)
Teksir makineleri vardı, bugünün ışıklı fotokopi makinelerinin mekaniği, teksir makinesiyle ‘Dut Şiir Dergisi’ çıkarttım, kağıtları arkadan zımbalayarak... Teksir makinesiyle ‘Kızılcık Şiirleri’ kitabımı yayınladım..
Hemen her hafta ama mutlaka Torul’un tepelerine ordan Zigana’nın en yüksek yerine çıkarım. Bir Apaçi kabilesinin reisine benzeyen Kara İbrahim amca hala hayatta, birlikte, Gümüşhane Dağları’nı uzun uzun seyredip, işte böyle sarhoş oluyoruz..
Gümüşhane’nin demirden dağları, siması çok güzel bir kadın, gülümsüyor granit tepeler bulutların içinde, hep üstlerine uçmak isteği, yürürken uyurken hep tepelerden tepelere uçmak..
Daha iki gün önce bu dağlara çirkin iftiralar atan içimdeki sıkıntılı genç öğretmen, yıkıl karşımdan, siması güzel o kadın vagon vagon katarlarla tarifsiz sevinçler getirdi..
Neydi o, tüfek sesi, duymamışım bile, Kara İbrahim amca şehirden mi geliyor..
‘Nerden geliyorsun İbrahim amca! ‘Bir dağlıya ne lazım olur, çivi, katran, mum, şeker, bir de saçma aldım bıldırcın avı için..’
‘Otur, İbrahim amca..!’, ‘Oturmayayım, sen benimle köye gel, sana yoğurt çalayım..
‘Gelirim, hep gelirim İbrahim amca..’..
Yol ağzında burnu kulağı koku almış gibi ani bir refleksle patlattı saçma tüfeği.. Bir ayağı yaşlı yorgun diğeri topallaya topallaya koştu avına.. Bıldırcının kafasını ağzıyla kopardı. Bir kibrit çıkarıp kuru otları tutuşturdu, yolarak tüylerini, sonra ateşin üstünde tütsüledi, bu sefer hiç üzülmedim, acı duymadım kuşun vahşice saçma yemesine, her şey birkaç dakika içinde oldu. Ateşin kömürü gitti külü kaldı, İbrahim amca, ‘hah dedi, köz bu…’ deyip bıldırcını közün içine küle gömdü.. Ben de gömüldüm..
Çok ilerde orman kuşları feryat eder gibi arkadaşlarına çığlık çığlığa uçuştu.. Çok uzaktan, çam ağaçlarının reçine kokusu bıldırcın ziyafetine baharat gibi yetişti.. İncecik minicik bıldırcın butunu sıyırırken ağzından, aşağıya dereye doğru işaret ederek, bu kozalakları sepet sepet toplayıp kışın yakacaksın, bunları unutma.. Bir kuş yanımıza kadar geldi boynu mavimtrak.. İbrahim amca gözleriyle kuşu sever gibi öğütlerini bir bir sıraladı:
‘Keçi gütmeyi ayı kovalamayı, arı kovanı kurmayı bilmeyen dağda var olamaz..’
İçimden, keçi güderim, evet, kolay, ama ayı kovalamak.. Dur dedim kendime, hemen karar verme, şu ayı canlı canlı bir çıksın karşıma kararımı o zaman gücüme göre veririm.
İbrahim amca külü çalısıyla eşelerken ‘şimdi yarım saatte gittiğin yolu, kar yağınca on saatte gidemezsin, kışlık tedarikini ona göre yapacaksın… Sen şehirlisin otu çalıyı odunu bilmezsin gazyağını teneke teneke tedarik edeceksin.. ‘
Ateşin başında çömelmişiz.. bir otu, bak bu Kabe Kekik’i, şaşırdım, Kamil’in Saat Dayı’nın ellerinden öptüğü gibi ot’u hürmetle öptüm, başka bir otu, bak bu karanfil kökü, diğerini, bak bu ‘salep’tir, parmaklarıyla kazıyor gibi dibine girerek kopardı, ‘kök bulmayı kök sökmeyi bileceksin…’, ‘nedir kök, sen kuru ot deyip geçersin, kökü soğandır bunun, yer elmasıdır, toprağını okşayarak eşeleyeceksin..’ ve bu otlar’ı bir daha ay ışığında geceleyin izleyeceksin, deyip, mayın çıkartır gibi temkinli usulca toprağı kazıdı.. Biraz geç anladım, delilikte direnenler kazanır.
‘Bu dağları hörgüçlü deve bileceksin, binmeyi bilirsen seni 80’inine kadar aç susuz komadan götürür. Günortası tembellik uyuyakalmak hiç yok.. Toza kuma çakıla rüzgara alışacaksın.. Yağmur makaraları koyverince dereden uzak duracaksın. Herkes yaşadığı yere bir sınır kazığı çakar, çitle çevirir, dağlılar hiçbir şeyi parselleyip bölmez, dağ keçilerinin yolundan yürüyeceksin. Onların yolu patikan olacak, aynı patikayı kullanacaksın.. Köylüler yaylaya çıkarken senin patikanın sürer, sonra turistler sonra buraya gelenlerin yolu olur.. Dağlı’nın yuvası dam çatı değil, damına güvenme bir gecede fırtına uçurur, dağlının rehberi ine çıka çıplak ayaklarıyla çizdiği kendi patikasıdır. Bu dağ başında senin imdadına yetişecek ambulans itfaiye yok, uçurumun başına gidip gidip konuşmak cesaret değildir, kuşlar uçuyorsa ben de uçarım diyeceksin ama Allah insan evladına kuş zerafeti vermedi, ben uçarım, de, Allah senin ne dediğini anlar, başka türlü, kuşlardan da güzel uçurur’
Ayağa kalktık, İbrahim amca külü ayaklarıyla vura vura iyice söndürdü.. ‘Ne kadar burada görev yapacaksın..’ dedi..
Valla İbrahim amca, dün çekip gidiyordum, bugün başıma bir şey geldi, artık ölünceye kadar buradayım..
‘Hah şöyle.. Biliyordum sen dandirik (dönek) oğlanlardan değilsin, şimdi seninle erkek gibi konuşmak vakti. Bunları duy ama benden akıl almış gibi söyleme kimseye.. Nerde hangi tepede derede hangi vakit karşına cincil cincil bir kız çıkarsa.. Yaylanın, köyünün yolunu bilerek şaşırmıştır. Seni gözü tutmuşsa cincillerini çıngırak gibi sallar ses çıkartır, seni beğenmemişse cincillerini eliyle tutar ses çıkarmaz. Önce dur.. İyice dur iyice bak.. Kız karşıdan beyaz karlar gibi gülümsüyorsa.. Yine dur.. Eleşme kimsenin evladına ırzına.. Yolunu çevir başını çevir, yürü.. Kız yine peşinden geliyorsa, affetme.. Uçkurunu yeni doğmuş bebeklerin kordonu gibi bıçağınla kopart.. Toprağı ovar gibi ufalar gibi olgun elmalarını dişle, ısır, affetme, bir daha yirmi sene bulamazsın, Allah’ta bir alacağın kalmış gibi kuru kuru gidersin…
‘Sakın ha kimsenin kanına girme, bıçağını toprağa sapla..’
‘Kız, iş bittikten sonra profesörler gibi konuşursa, bil ki kancıktır o, orda öyle bırak, bakma yüzüne..’ ‘Kız, soluklanıp, karşıki tepeler ne güzelmiş, gölgeleri salıncak gibi’ derse, namusundan hiç kuşkulanma, kolundan tut, evine götür, hep evde oynama, zaman zaman alıştığı yerlere ağaçların altına.. erkekliğin azalsa bile, ağaçlar vahşi hayvanları bile yatıştırır..’
Öyle yaptım..
Şehrin dilini çoktan unuttum, tepelere doğru yürüyüşümde kuşların dilini öğrendim, cırrık cırrık cırrık cırrık cırrık...vızık vızık vızık.. Kuşlar Ölümden Korkmaz.

Nihat Genç
kaynak : http://www.odatv.com/n.php?n=kuslar-olumden-korkmaz-1907101200